19 Ekim 2013 Cumartesi

SPK Sınavı

Bir önceki postumda bahsettiğim kitap okumama ve hatta daha bir çok aktiviteye ara vermeme sebep olan nedenden bahsedelim madem bugün..
İnsanın aklına neler geliyor neler.
Görmediğim bir ülkeye iş seyahati mesela. Ya da ailemin ziyareti nedeniyle evin kalabalık olması. Belki de gece geç saatlere kadar dizi ve film maratonu yapmaktan fırsat kalmaması..
Ama maalesef bu seçeneklerin hiçbiri benim nedenim değil.. Benim nedenimse "ders çalışmak".
Evet, 29'umu bitirmek üzereyken, üniversiteden mezun olalı 7, yüksek lisanstan mezun olalı 5 sene olmuşken yine-yeni-yeniden ders çalışıyorum.
Gerçi eğri oturup doğru konuşmak lazım. Kurumsal hayatımın gerçekleri gereği son 4 yılda şu anda çalıştığım iş yerime başlamak için 1, unvanımı değiştirmek için de 3 sınava girmiş bulunuyorum. Bunun dışında bazı tazminatlar alıp maaşımı arttırmak için de 2 farklı sınava girmiş ve bu sınavların her birine hazırlanmak için aralıklı dönemlerle booool bol ders çalışmış bulunuyorum. Ki 3 sene sonra uzmanlık sınavım olduğu ve o sınava çok ama çok çalışmam gerektiği gerçeği de zaten son unvanıma geçerken önüme konmuş ve değiştirilemeyecek bir başka gerçektir.
Ama bizim şirkette işler böyle yürüyor. Elbette dönemsel olarak maaş artışlarımız var ancak bir takım tazminat sınavlarına girerek hem maaşımızı arttırma hem de yükselme yolunda kendimize artı puan katmak da iyi oluyor. İşte ben de alabileceğim son tazminat için sınava girmenin ön koşulu olan SPK Kredi Derecelendirme sınavına hazırlanıyorum. Seneler sonra genel ekonomi, muhasebe, hukuk ve kredi-finans derslerine çalışıyorum. Tamam, insan okuyunca baya bir hatırlıyor yani dünyaları yeniden yaratıyor filan değilim ama eve gelip ayağımı uzatıp oturmak yerine ders çalışmam gerekiyor olması zaten yeterince sinir bozucu bir şey. Bir de üniversitedeki gibi değil ki hayat. Ben günümü gidip 3 saat ders görüp 2 saat kantinde takılarak geçirmiyorum. Sabah 9 - akşam 6 arası gayet kafa patlattığım bir işim var ve sonrasında ders çalışmak hiç de kolay olmuyor. Gerçi düşünüyorum da üniversitede vize-final dönemlerinde bazen bir günde 2 -3 dersi bitirirdik hem de her biri 300-400 sayfa olan kitaplardan çalışarak. Derste gördüğümüz için mi daha hızlı çalışırdık, hazırlanmak için çok kısıtlı süremiz olduğundan mı bilmiyorum. Ya da o zamanlar daha mı zekiydik, çok genç olduğumuz için aklımız daha fazla çalışıyor ve daha çabuk mu öğreniyorduk? Valla hangisiydi bilmiyorum ama şimdi günde 50 sayfa çalışınca ooo iyi çalıştım diye kendimle gurur duyuyorum :) Eylül sınavında 3 ders verebilirsem Aralık'a sadece 1 ders bırakmış ve çok rahat etmiş olurum.
Desteğinize ihtiyacım var sanırım.. Gaz verin bana, aslansın, kaplansın, yaparsın filan deyin, ya da boş verin sadece Allah zihin açıklığı versin diye bana dua ediverin yeter :)

Kızarmış Marshmellow ve Sıcak Çikolata

Bugün öğlen kayınpederimi gönderdik. Pazartesi günü de annemler geliyorlar. Zaten bizim gelen-giden hep böyle üst üste oluyor. Yakında birine check-out birine check-in saati vericem yani o derece. Neyse anlayacağınız karı-koca vakit geçirmek için 1,5 günümüz var sadece :) Biz de akşam bu hafta izleyemediğimiz How I Met Your Mother ve Revenge'in son bölümlerini izlerken sıcak çikolata içelim dedik ve bu defa hazır almak yerine kendimiz yapmaya niyetlendik. Sevmiyorum arkadaş dışarıdan alınan ürünleri. Bir yığın koruyucu zırt-pırt içeriyor. Yaparım ben en sağlıklısından ve de en kalorilisinden dedim koyuldum işe. Bir kaç tarif baktım internetten ve her zaman olduğu gibi kendi tarifimi oluşturdum. Ben tarifleri aynen kullanmayı sevmiyorum. Birinden bir malzeme, öbüründen diğer malzeme derken yapıveriyorum kendimce bişeyler işte :) Siz de öyle misiniz yoksa kalıbı kalıbına uyar mısınız verilen tariflere?

Neyse benim sıcak çikolatam şöyle...


  • 2 Paket Nestle Sütlü Çikolata
  • 500 ml süt
  • 100 ml krema
  • 1 tatlı kaşığı kakao
  • 1/2 çay kaşığı tarçın
  • 1/2 çay kaşığı zencefil
  • 1 tutam tuz

Çikolataları parçalara bölüp benmari usulü eritiyoruz. Bir tencerenin içinde süt, krema, kakao, tarçın, zencefil ve tuzu kaynatıyoruz. Eriyen çikolatayı sütle karıştırıp iyice birbirine yedirip bardaklara paylaştırıyoruz.

Bizim aldığımız krema 200 ml idi. Kalan yarısı çöpe gitmesin diye onu da mikserle çırpıp koyu kıvamlı bir krema haline getirdik ve bardakların üstüne paylaştırdık. (Yapmayın siz bunu anacım. Çok lezzetli ama o bir dünya da kolarili oluyor içeceğiniz şey. Bırakın gitsin çöpe. Kendinize kıyacağınıza ona kıyın)
Migros'tan da marshmellow almıştık. Onları da kesip ufak parçalar haline getirip bardağın içine attım. Kalan marshmellowlara da kürdan geçirip ocakta orta ateşe birkaç saniye tutup kızarttım. Tabağa da biraz minik oreolardan koydum.




Buyurun size en kalorilisinden haftasonu akşamı atıştırmalıkları.



Ben bu bayramdan sonra 1 hafta aç geziyor ve tartıya çıkmıyorum sevgili okur bu da böyle biline :)


Ama 9 günlük bayram tatilinde dinleneceği yerde, iş yerinde çalıştığından bile çok yorulan bu garibin de kaçamak yapmak hakkı değil mi ya siz söyleyin?

18 Ekim 2013 Cuma

Rumeli Kavağı Gezisi

Bayram nedeniyle bize ziyarete gelen kayınpederim ve kayınvalidemle Rumeli Kavağı'na gittik bayramın 1. günü.

Yolculuk sırasında ilk gördüğümüz şey 3. köprü inşaatı ve bu inşaat için ağaçların kesilerek katledildiği ormanlık alanlar oldu. Güzelim ormanı ortasından yok etmişler :( Bu kadarla da kalmayacak kesilen ağaçlar emin olun ki. Köprü bitene kadar başka ağaç kesmeseler bile sonrasında rant için o çevreye dikilip fahiş fiyatlara satılacak evlerle dolu siteler yapmak için yok edilmeyi bekleyen güzeller güzeli bir orman arazisi ve doğa var orada. Fotoğrafını koyup sizleri de sinirlendirmek istemiyorum ama yolunuz düşerse zaten mutlaka göreceksiniz yapılan katliamı :( Ne diyeyim Allah'larından bulsunlar. Çocuklarımıza miras kalacak yeşil alanları böyle hunharca para için yok etmekte parmağı olan herkesi kınıyorum bir kez daha :(

Oralara kadar gitmişken Rumeli Feneri'ni görmeden gitmek olmazdı. Biz de ilk durak olarak Feneri görmeye gittik. Avrupa yakasının en ucundaki bu fener ve içinde bulunduğu köy şehir hayatından bir anda uzaklaştırıyor sizi.



İşte Rumeli Feneri.


Bu da Fener'in önündeki sanırım eski bir top. Kırmızı filan olunca dayanamadım hemen çektim :)


Balıkçı mekanı olunca ortalık kediden de geçilmiyordu tabii :)

Sonrasında bir de Garipçe Köyü'ne uğradık. Burası da bir başka sevimli balıkçı köyü. Bol bol balıkçı lokantası var. Her yandan mis gibi kokular geliyor. Biz akşam üstü gittik ama kahvaltı yapmak için de gidilebilir. Balıkçıların tamamında kahvaltı menüsü de sunuluyordu.



Bu da Garipçe Köyü'ndeki bir balıkçı teknesi. Sabahtan avlanan balıklar gün içinde taze taze sofranıza geliyor.

Son durağımız da Rumeli Kavağı oldu. Boğaz'ın Karadeniz'e açılan bu noktasında tam karşınızda da Anadolu Kavağı var. Orayı da duydum ama henüz gitmek nasip olmadı ama inşallah en kısa zamanda gidilecek yerler arasında.

Denizin dibinde bir masaya yerleşip hava kararana kadar yiyip-içip sohbet ettik birlikte. Huzur buldum vallahi. Hava kararınca mehtap da bize eşlik etti ki tadından yenmez vallahi.


Rumeli Kavağı'ndan Anadolu Kavağı'na bir bakış...



Hava biraz serindi ama manzara o kadar keyifliydi ki uzun süre kalkamadık. Size de aile ya da arkadaş gurubunuzla birlikte gidip kafa dinlemek ve kendinizi birkaç saat de olsa şehir hayatından uzaklaştırmak için bu güzel yeri denemenizi tavsiye ediyorum.

İstanbul öyle bir şehir ki, her zaman şaşırtıyor insanı. Bütün o karmaşadan ve kalabalıktan uzakta böyle huzurlu bir ortam sunan ve size sadece yarım saat mesafede olan böyle güzel yerler olacağı aklınıza gelir miydi? Eğer görmedinizse özellikle de üçüncü köprü inşaatı ile daha fazla katledilmeden önce gitmenizi tavsiye ederim..

Sevgiyle kalın..

17 Ekim 2013 Perşembe

Bayram Değil Yorgunluk

Efendim, öncelikle geç de olsa bayramınızı kutluyorum.. Zaten bakıyorum sizin de pek sesiniz soluğunuz çıkmadığına göre sizler de bir Bayram telaşesi içindesiniz.
Benim kayınpederim geldi bu Bayram için. Geçen Bayram biz ona gitmiştik bu Bayram da o geldi bizi görmeye. Eşim için iyi oldu tabii. Hasret gideriyor babasıyla da beni kaç bayramdır yanında görmeyen babamın ses tonunda bozulmalar hissediyorum artık. En kısa zamanda bir gönül alma operasyonu ile Ankara yolculuğu planlamak lazım. Yaz kızım to-do liste..
Ne kadar artık anne-baba desen de yine de kendi ailen gibi rahat olamıyorsun tabi kayınvalide-kayınpeder yanında. Geriliyorum ben hala. Tanışalı 3 sene oldu. Artık huylarını sularını biliyorum ama yine de o gerginliği atamıyorum ben. Çok iyi insanlar ama ikisi de kolay değiller.. Always be on the safe side ilkesi ile hareket etmeye çalışıyorum. Ama bu Bayram işi zor azizim. Insan gezmekten de yorulabiliyor. Nitekim ben de yoruldum vallahi. Güzel gezdik ama. İstanbul'da daha önce görmediğim yerlere gittik. En kısa zamanda fotoğraflarla Rumeli Kavağı postu yayınlayıp sizlerle de paylaşacağım inşallah.
Postu kendi özlü sözüm ile sonlandırmak istiyorum. "Haftasonu olduğu günde 2 defa boşaltılan çöp kutusundan, evde misafir olduğu ise günde 2 kez çalışan bulaşık makinesinden anlaşılır."
Herkese sevdikleriyle huzur dolu bayramlar diliyorum.

11 Ekim 2013 Cuma

Bir Numara Taşıyamama Hikayesi





Hikâyemiz 30 Eylül’de başladı. Turkcell’in anlam veremediğim yüksek faturalarından bıktığım için işyerimin girişinde stant açan Avea’ya, kurumuma özel yaptıkları kampanyalardan birini kullanarak numaramı taşımak için başvurdum. Turkcell’le olan 10 küsur yıllık beraberliğimizi bitirmek için Kurumsal Avealılarla sınırsız ayrıca her yöne 600 dk. konuşma ve 4 GB internete 35 TL ödeyecek olmak yeterli gibi gözükmüştü. Başvuru sonrası 6 iş günü içinde hattın taşımasını gerçekleştireceklerini taahhüt eden Avea’ya güvenmiştim. 6 gün geçti ve ben önce sosyal medyada twitter hesabımdan iletişim kurdum Avea ile. Akşam saatlerinde yazdığım tweete kısa sürede yine tweet atarak döndüler ve eğer telefon numaramı iletebilirsem işlemimle ilgili bilgilendirmek istediklerini söylediler. DM mesaj atarak numaramı bildirdiğim gece saat 00.05’te ertesi gün işe gideceği için uyuyan beni arayarak bilgi vermek istediler. İlk eksi puanı orada verdim. Yahu sabaha kadar bekleyemedin mi altı üstü benim taşıma talebimin sistemlerinde gözükmediğini söylemek için be adam! Neyse ertesi güne bizim standa gidip derdimi anlattım. Bu özel bir kampanya olduğu için işlemler de özel bir merkezden yürütülüyormuş da Avea Merkez’in bilmemesi normalmiş. Bana başka bir numara veriler. Orayı aradığımda yasal numara taşıma sürelerinin sona ermesine rağmen taşımanın gerçekleşmemiş olmasını “şaşkınlıkla” karşıladılar ve bilgi alıp bana dönmeyi taahhüt ettiler. Dönmediler! Aşağıdaki standa bu durumu da söyledim. Onlar da bilgilerimi alıp bana haber vereceklerini söylediler. Haber vermediler! Bugün ilk aldığım numarayı bir daha aradım ve 12 gün (10 iş günü) önce yapmış olduğum başvurumun hala sonuçlanmadığını bu telefon görüşmesi sürecinde işlemle ilgili net bilgi almak istediğimi net bir dille ifade ettim. Artık sinirler gerilmişti! Araştırmanın 10 dakika sürebileceğini söyleyip bana döneceklerini bildirerek telefonu kapattılar. Döndüler! Efendim başvurum 2 Ekim günü aktivasyona gitmiş ama yoğunluk nedeniyle işlem tamamlanamamışmış. E yasal süreniz bitti ben sizi şikâyet ederim o zaman Tüketici Hakem Heyetine. Sonuçta bana en başından 15-20 gün sürüyor deseydiniz ben de düşünür taşınır ona göre hareket ederim dedim. Bütün yasal haklarınızı kullanmakta özgürsünüz dediler. Özgürlüğümü ilk önce Avea Genel Merkezi’ne şikâyet kaydı bırakarak kullanmak istedim ama aktivasyon gerçekleşmediğinden müşterileri gözükmüyordum ve bu nedenle benimle ilgili şikâyet kaydı da oluşturamıyorlardı. İptal edelim dedim, e beni yine göremiyorlardı! Durumumla ilgili bana net bilgi verebilecek kurumsal bir merkezin numarasını verdiler. Belki 10 kere aradım. Telesekreter çıkıp çıkıp mesaj bırakın diyordu ama o telefon hiç açılmıyordu! Tekrar standa gittim. Görevli kız ismimi ve numaramı alıp araştırmaya çalıştı ve öğleden sonra şu bilgiye eriştim. Ayın 2’si ve 3’ünde aktivasyona gönderilen tüm başvurular back-office’e dönmüştü. Neden? Bilinmiyor. Eksik evrak olabilir mi? Hayır, eksik evrak yokmuş! E peki ne olacak? Bayram da giriyor araya ben siz 6 gün dediniz diye Turkcell’deki internet paketimi iptal ettirdim. Biricik akıllı telefonum internet olmayınca bir takozdan ibaret. Şimdi back-officeteki arkadaşları ben ve benim gibi mağdur olup şikâyette bulunan diğer bir beyefendi için işlemi hızlandırmaya çalışıyormuş. İptal edelim biz bu talebi, daha başlangıçta bu denli problem yaşıyorsak siz bana ucuza sinir sistemi bozukluğu dışında bir şey satmış olmayacaksınız dedim. Numaram aktivasyonda olduğu için iptal talebi de alamıyorlarmış! Şimdi mi Turkcell’i arayı bayramda kullanmak için internet paketi alacağım kuzu kuzu. Acaba Turkcell beni hala seviyor mudur? Sonuçta baya eski bir geçmişimiz var yani…
Velhasıl kelam Avea’ya geçmeyin değerli okurlar.
Bardağın dolu tarafı: Telefonun şarjını bir günden uzun kullanmanın yolunu buldum. Kapatın internetinizi, hücresel veri ağınızı bakın bakalım 2 gün boyunca hiç şarj sıkıntısı çekiyor musunuz? Vallahi 2 günde 1 o da %20’ye düştü diye şarj ediyorum ki akşamları evdeki internetten bağlanıyor telefonum. 3G neymiş arkadaş resmen şarjla besleniyormuş valla.

8 Ekim 2013 Salı

Bir Insan Evladının Paraben Savaşı

Paraben’le ilgili duyumlarım olmuştu elbette, birkaç defa gazetede filan da denk geldim zararları ile ilgili yazılara ama bir türlü bu işi ciddiye alıp da evdeki parabenli ürünlerden kurtulmaya ya da yeni aldığım ürünlerin paraben içermemesi için çaba harcamaya başlayamamıştım. Ta ki düne kadar. Elimde Diadermine ‘in yarısı kullanılmış bir makyaj temizleme sütü vardı. Bir türlü elim gitmemişti bitirmeye. Acaba bir şey olmuş mudur tarihi geçmiş midir diye üzerini okurken içindekiler kısmında karşılaştığım 4 farklı paraben maddeyi görünce direk çöpe attım. Sonra sinirlendim bunca para verip kendimizi mi zehirliyoruz diye başladım evdeki kozmetikleri taramaya. Bakalım kimde var bu parabenlerden kimde yok dedim. Bir de ne göreyim. Şampuandan, diş macununa, el kreminden, makyaj malzemelerine kadar hemen her şeyin içinden bir ya da birkaç çeşit paraben bana el sallıyorlar işte buradayız diye.



Açtım biraz internetten okudum ve kullandığımız bunca ürünün haricinde mayonez, hardal gibi bazı soslarda bile bu maddeden bulunduğunu, vücutta östrojen taklidi yaparak meme kanseri riskini arttırdığını ve hatta bilim adamlarının yaptıkları çalışmalarında 20 kanserli tümörün 18’inde paraben tespit ettiklerini okudum.


Tutup her şeyi çöpe atasım geldi ama dur dedim. Basitten başlayarak ilerle. Bunca zaman kullanmışsın hepsini birden değiştirmek sıkıntı ama bundan sonra dikkat edersin işte. Önceliği günlük kullandığımız şampuan, diş macunu, traş köpüğü, el ve vücut kremlerine verip sonrasında da aşama aşama kozmetik ürünlerini ve daha nadir kullandığımız ürünleri değiştirmek üzere bir yol geliştirdim kendimce. Sanıyorum ki gidicem markete PARABEN FREE reyonu filan bulup alıvericem gönlümce sağlıklı ürünlerimizi. Bu ne hayal azizim, bu ne tozpembe gözlüklermiş meğer.



Sabah geldim işyerinde kullandığım el kremine baktım. Bizim Arko meyveli el kreminde paraben buldum, bitmek üzereydi zaten atıverdim çöpe. Gittim arkadaşımın masasındaki Neutrogina kreme baktık onda da bulduk. Başka arkadaşıma gittim body shop kremi varmış, ondan da çıktı. Dayanamadım açtım interneti paraben içermeyen el kremi bul dedim Google Amca’ya. Buldu bulmasına ama fiyatları 40-50 TL’lerde. Yahu el kremi alıyorum ben altı üstü. Beni baştan yarat demiyorum ki. Hem iş fiyatla bitse iyi. Paraben yok içlerinde evet ama bilmem kaç çeşit başka zararlı maddeler var. Okudum da okudum, birinin bile ismi aklımda kalmadı. Liste mi yapsam dedim de bu sefer de gidip elimde liste ile bu zararlıları içermeyen bir krem bulmak için kaç saat ve kaç para harcayacağımı tahmin edemedim. Artık parasını da geçtim de hangi markanın kremini araştırsam başka bir kötü madde çıkıyor altından. Ben bu soğuk günlerde kurumasın diye ellerimi nemlendirmek ve bunu yaparken sağlığımı tehdit etmek istemiyorum arkadaşlar. Bu kadar zor mu bu iş? Siz ne yapıyorsunuz bu konuda? Benden önce araştırıp-bulup-kullanıp-memnun olduğunuz ürün/ürünler var mı yoksa görmezden gelmeye mi çalışıyorsunuz bu durumu? Yorum ve deneyimlerinizi merakla bekliyorum.
Daha bunun diş macunu vardı sırada!

Not: Görseller alıntıdır.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Günler Torbaya Girer mi?

Üniversite yıllarımda 3 sene Tango ve Latin Dansları Kulübü Yönetim Kurulu’nda görev aldım. Onu da orada tanıdım. Kulübün üyelerinden biriydi ve Tango dersi alıyordu. İlk günden çok da yakın değildik. Her hafta derslere gelir giderdi. Cuma akşamları yapılan milongaları da kaçırmazdı. Hayat bir şekilde tesadüfleri ile bizi yakınlaştırmaya başladı. Önceleri başka insanlar nedeniyle bir araya geliyorduk. Hatta ilk yakınlaşmamız da bir başkası şehir dışına giderken onu yalnız bırakma ben yokken dediği için olmuştu. Zamanla başkaları için değil BİZİM için bir araya gelmeye başladık. Birbirimizin derinliğini ve o derinliklerin içindeki aynılıklarımızı bulmaya başladık. Kimi zaman çok saçma şeylerimiz benziyordu birbirimize. Mesela kalem tutuşlarımız (ikimiz de herkesin tuttuğu gibi değil de başka bir şekilde tutuyordu kalemi ve ikimizle de bu konuda dalga geçilmişliği vardı), mesela ayaklarımızın bırakın aynı numara olmasını kağıt üzerine çizildiğinde gözüken kıvrım yerlerine kadar birebir tutması. İnsanlara saçma gözüken bu içsel ve dışsal benzerlikler git gide daha fazla bağladı bizi birbirimize. Pilotaj okuyordu, sınıfında da bölümünde de pek kız yoktu doğal olarak. Olanlarla da pek anlaşamazdı. Erkek arkadaşları ile arası daha iyiydi. Sonradan annesine “Ben sonunda kız arkadaşımı, dostumu buldum” dediğini öğrendim. Kimselerle paylaşamadıklarımızı paylaşabildik birbirimizle. En çok Antik Beyaz şarap alıp bütün şişeyi devirmeyi severdik, yanında birer dilim bonfile ve bol salata ile tüm akşam dur durak bilmeden konuşurduk. Öyle her yerde kalamazdı ama benimle aynı yatakta bile uyurdu. Çok naif, çok kibar, çok iyi, bu dünya için çok fazlaydı…
Hayaller kurardık. İstanbul’a taşınıp işe başladığımızda yakın oturacaktık ki boş zamanlarımızda rahat rahat görüşelim. Gideceğimiz yerleri konuşurduk. Ne hayallerimiz vardı ne hayallerimiz. Asla ama asla kopmayacaktık biz artık birbirimizden. O diğerleri gidebilirdi birimizin ya da belki ikimizin birden hayatından ama biz birbirimizi hiç bırakmayacaktık. Koşulsuz güvenirdim. Koşulsuz severdim.
Çok rüya görürdü. Hepsi de birbirinden saçmaydı :) Ama anlatmaya bayılırdı. Gecenin bir yarısı bile olsa unutmamak için telefon edip anlatabilirdi, kızmazdım… Bir gün, bir askılığın önünde fotoğrafının çekildiğini gördü rüyasında. Fotoğrafa baktığında meğer o askı değil de Azrail’miş. Hemen aradı beni. İnternetten baktık anlamına. Azrail görmek öleceğine delaletmiş. Saçmalama dedim. Hem rüyanda fotoğraf da çektiriyorsun hadi onun da anlamına bakalım. Garip ki o da aynı şeye işaret ediyordu, Öleceğine…
İnanma boş ver canın sıkkın bugünlerde dedim. THY arasın seni bak o zaman çiçekler böcekler görmeye başlarsın rüyalarında. Rüyayı unutacağı kadar zaman geçti aradan, 3 ay zaman…
İstanbul’a geldi. Teyzesini, bizleri görmeye. Buluştuk. Hadi dedim bana gel. Akşam bir Antik Beyaz alırız. Gelmez normalde. Teyzemde kalacağım dediyse, o gün teyzesinde kalacaktır. Hiç beklemiyordum ama tamam dedi, geldi… Oturduk içtik, baktım saat geç oldu. Ertesi gün işe gidecektim. Hadi dedim yatalım. Uyuma dedi bana, konuşalım. Biraz daha oturdum ama sonra ertesi gün olan toplantımı hatırlayıp hadi yatalım, “günler torbaya mı girdi”, başka zaman sabahlarız merak etme dedim. Uyuduk…
Ertesi gün işyerime de uğradı. İşlerim bitmişti zaten biraz muhabbet ettik sonra kahve içmek istedi. Bayılırdı fal bakılmasına. Kendi yorumlayamayınca fotoğrafını çekip yollardı bak bakayım ne görüyorsun diye. Kapattı falını, soğudu o fal. Hadi gidelim dedim ama o illa da falım dedi. O falda neler vardı hatırlamıyorum ama bir kaza ve bir ölüm vardı hiç unutmadığım. Söylemedim etkilenir diye. Hayatımda baktığım son fal olduğunu bilmiyordum henüz. Sonra o teyzesine ben de eve döndüm.
İstanbul’daki tüm akrabalarını, arkadaşlarını ziyaret etti ve Eskişehir’e gitti. Evini kapatacaktı artık. Gittiği gün oradaki arkadaşlarını gördü, hasret giderdi. O akşam aradı THY. Gelin imzanızı atın, işe başlayın dedi. Mutluluktan uçuyordu beni aradığında. Hemen toparlandı ve ertesi gün yola çıktılar abisiyle. Bana gelin dedim. Buradan daha yakın THY, rahat gidersiniz. Bu akşamlık teyzeme gidelim yarın imzadan sonra kutlama için sendeyiz dedi. Neden bilmem bir daha dedim hiç de ısrar etmemin faydası olmadığını bilmeme rağmen. Hadi ama yapma işte, bana gel.. Düşündü, ama yok bugünlük teyzemde olalım dedi. Peki dedim…
Akşam varmaları gereken saat oldu, haber gelmedi. Geciktiler dedim, bekledim. 1 saat sonra dayanamadım, aradım. Açmadı… Meraklandım. Hiç unutmam kıymalı makarna pişiriyordum. Yanımdakinin (eski sevgilim işte, o tanıştırmıştı bizi, o demişti bana ben yokken onu yalnız bırakma diye. Adını geçirmeyim dedim de bu hikâyede ondan kurtuluş yok ne yapayım ) telefonu çaldı. İçeride konuştu, geldi. Otur istersen dedi. Ellerim titremeye başlamıştı, kendime hakim olamıyordum. Duymadan biliyordum kötü bir şey söyleyeceğini. Kaza yapmışlar ama iyilermiş dedi. Abisiyle konuşmuştu. Benim canım arkadaşım hastaneye kendi kendine gidip bir şey var mı diye baktırıyordu, abisi de arabanın başındaydı. İstanbul içindeydiler ama karşıdalardı bizse Beylikdüzü’nde. Gidicem dedim. İyiymiş, gitmeye gerek yok dedi. Hayır dedim, ya görürüm ya da sesini duyarım. Başka türlü beni evde tutamazsın. Yemeği öylece bıraktık ve çıktık. Araba filan yok o zamanlar. Otobüsle karşıya geçmeye çalışıyoruz. Ocak ayındayız, hava buz gibi, dışarısı zifiri karanlık ama olsun tek istediğim onun iyi olduğunu görmek. Nasıl gideceğimiz nasıl döneceğimiz önemsiz o anda. Aramıyor bir türlü, telefonuma cevap da vermiyor. İyiyse neden konuşmuyor benimle? Biz Taksim’e varıp otobüs değiştirdiğimizde haber geldi, yoğum bakımdaymış. Yanımdaki de paniklemeye başladı. Sessizlik içinde vardık Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne.
Köprüden önce son çıkış tabelasını görünce yanlış gittiklerini anlamışlar. Sağa EMNİYET ŞERİDİNE çekip teyzelerini aramak istemişler. Kemerleri takılı, dörtlüleri yanıyor. İşte o anda, bir araba, içinde çoluğu çocuğu olmasına rağmen EMNİYET ŞERİDİNDEN SAATTE 100 KM HIZLA çarpıyor bizimkilere. Bu kişi hakkında hiç konuşmak istemiyorum. Allah’ından bulsun. Yüzüne tükürsem tükürüğüme acırım. Bizimkiler iyiler aslında. Çıkıyorlar arabadan, polis filan çağrılıyor. O ara benim canım, abisine biraz uyuşmam var sanki diyor. Ama görünürde hiçbir şey yok. Biraz da pimpirikli ya bizimkisi abisi hadi atla bir taksiye hastaneye git baktır kendine diyor. Abi mecburen arabanın başında. Bizimki gidiyor hastaneye. Çok uzun o aralar. Hastanede ifade veriyor polise, o ara bir baygınlık geçiriyor, entube ediliyor, tomografiye giriyor, kalbi duruyor, entube ediliyor, beyin kanaması tespit ediliyor, Haydarpaşa’ya sevk ediliyor, yoğun bakıma alınıyor. Birkaç arkadaşımız yoğun bakıma girerken görmüşler, biz yetişemedik, göremedik. Beyin ameliyatına alınması gerekiyordu ama kalbi problem çıkartıyordu, ayıramıyorlardı yaşam destek ünitesinden. (daha önceden kalp ameliyatı geçirmişti ama iyileşmişti) Yoğun bakımda eski usul yöntemlerle beyindeki kanı boşaltıp baskıyı hafifletmeye çalıştılar ilk gece. 5 gün 5 gece bekledim o yoğun bakımın önünde. İşten izin aldım. Arada sırada eve gidip duş alıp-üstümü değiştiriyor geri geliyordum. Hiç göremedik. Doktorlara soruyorduk sadece. Kar yağıyordu, kantinde çay-sigara içiyor, geri yoğun bakımın merdivenlerine dönüyorduk. Benim telefonum vardı yoğun bakımda. Bir şey lazımsa ya da bilgi verilecekse beni arıyorlardı geceleri. Defalarca kalbi durdu, geri çalıştı. Bir defasında 28 dakika durdu ailesini arayın dediler. Yoğun bakımın önünde çekmiyordu telefon yukarıya çıktım aileden birine haber vermeye tam çeviriyordum ki bir arkadaşım koştu geldi. Dur-geri geldi diye. Tamam dedim atlatacak, her şey düzelecek. Sürekli dua ediyordum. Bir gün doktor gelip yanıma oturdu. Ne diye dua ediyorsun dedi. İyileşsin diye dedim, ne için olabilirdi ki. Arkadaşın buradan çıksa bile beyninde hasar olmuş olabilir dediler. Bunca kalp durması, oksijensiz kalma, bir daha hiç eskisi gibi olmayabilir dedi. 2 yaşında bir çocuk aklıyla, bildiği her şeyi unutmuş olarak da çıkabilir dedi. Öğretiriz her şeyi yeniden, yeter ki yaşasın, şuradan çıksın diye yanıt verdim. Bu senin isteğin, peki ya o böyle yaşamak ister mi? Dualarınızla yaşatıyorsunuz onu, içerideki en genç hastam, inan bana herkesten çok ben onu oradan çıkartmak istiyorum. Günlerdir ondan sonra gelen 80-90 yaşındaki insanlar çıktı ama o hala orada, adil gözükmediğini biliyorum ama bir de onun açısından bak, doğru dua etmeyi öğren dedi ve gitti. Düşündüm. Ya bir daha uçamazsa, o çok sevdiği uçakları ya bir daha uçuramazsa? Çok düşündüm ve son duamı ettim o gece. Allah’ım sen doğrusunu bilirsin, onun için en hayırlısı neyse onu ver. Yeter ki o mutlu olsun dedim.
Sabah karşı aradılar yine, arkadaşın arabasına doluşmuş ısınmaya çalışıyorduk o ara. Koştum yoğun bakıma, 4 erkeği geride bırakıp koştum. Bir umut işte, koştum… 45 dakika... Tam 45 dakika geri döndürmeye uğraşmışlardı. Ama dönmemişti, gitmişti, EX kabul ettik dediler…
Yoğun bakımdan çıkarıp morga ellerimizle götürdük. Yüzünü açtırdık, tanınmıyordu. İçim parçalandı onu öyle görünce. Çok kötüydü, ona benzemiyordu sedyede yatan… Hâlbuki fiziki hiçbir hasarı yoktu. Ertesi gün cenaze için Marmaris’teydik. Yıkamasına da girdim bütün yapma-etmelere rağmen. Annem kapının dışında beni bekliyordu arkadaşlarımla. Ne kadar yapma dese de dinletemedi, girdim. İyi ki de girmişim. Dünkü kız gitmiş yerine benim canım arkadaşım gelmişti. Evet, soğuktu-beyazdı hatta katıydı ama huzur vardı yüzünde. Hafif bir gülümsemenin eşlik ettiği huzur vardı. O öyle istemişti, neden bilemem ama hayatında en çok istediği şeye kavuşacağı gün gitmeyi tercih etmişti. Evladını kaybeden bir anneyi toplamak vardı şimdi bizim için. İmkânsızdı. 7 sene önce büyük oğlunu şimdi ise kızını kaybetmişti kadın. Elinde bir oğul kalmıştı. Allah ondan 7 sene arayla 2 evlat almıştı. Kim nasıl toplasın Allah aşkına o anneyi. Annem varlığını hissettirmeden yanımda oldu o gün. Acımı paylaşmak için bir defa sarılmadı bana onun yanında. Hatta yaklaşmadı bile. Gözü hep üstümde ama asla yakınımda değildi. Sonra 1 hafta işten izin alıp benimle kaldı İstanbul’da ama o gün, o annenin gözüne anne olduğunu, evladının yanında olduğunu sokmadı.
Sonra defnettik… Acımı anlatamam, yazdığım bu uzun yazı hiç bir şey. Olayların belki 10’da 1’ini yazdım. Hele Turuncu’mla (lakabımız) benim hikayemiz zaten defterlere, kitaplara sığmaz. Birkaç yıla çok şey sığdırdık biz… Gidişini, geçen 5 yıla rağmen (neredeyse 6 olacak) sindiremedim. 24 yaşında pırıl pırıl bir genç kızın ölümünü asla kabullenemedim. Çoktu bu dünyaya biliyorum ama benim için çok önemliydi.
Çok dağınık yazmış olabilirim. Okudunuzsa buraya kadar hem teşekkür ederim hem de özür dilerim. Üzdüm belki sizleri de. Ama ben hayatıma giren herkese anlattım O’nu. Siz eksik kalamazdınız.
Zaman zaman yine yazarım belki Turuncu’mu. Bugün bu kadar…
Çok özledim…

1 Ekim 2013 Salı

Üşengeçlik Tavan Yapınca

Şu malum sınavımın çeyreğine girip çıktığımdan beri üstümde bir tembellik var ki sormayın. Evi çekip-çevirip adama sokmam 1 haftayı aldı. Yok, evdeki işin çokluğundan filan değil, benim üşengeçliğimden. 1 haftadır akşam eve gelince ne spora gidiyorum, ne de yemek yapıyorum. Oturuyorum bilgisayarın başına How I Met Your Mother’ın yeni bölümleri Revenge’in izlemediğim bölümleri, Hürrem’in kaçırdığım bölümü, eh birazcık da blog okuyayım (Dikkat yazmak bile değil sadece okumak), biraz twitter’a takılayım, ay instagram’da neler olmuş derken yatma saatini getiriyordum. Hatta kitap bile okumadım ders çalışmayı anımsatıyor bana diye. Son nokta olarak da Pazar günü yapılan Run İstanbul’a gitmeye üşendim. Neymiş efendim Pazar günü akşam 7’de koşu mu olurmuş. 1 saat koşsam, sonra töreni filan, taa karşıdan geri dönülecek derken ay haftaya öyle yorgun başlayamam dedim ve ona da gitmedim :)
Ama bu kadar üşengeçlik yeter değil mi? Altı üstü 1 ay ders çalıştım diye daha fazla abartmaya gerek yok. Normal hayata geri dönme zamanı çoktan geldi. Bunu hafta sonu yavaş yavaş idrak ettiğim için kocişkoma cici cici yemekler yaptım. (Pratik ama lezzetli) Onlardan iki tanesini de paylaşmak istedim sizlerle. Ama lütfen bunlar da yemek mi demeyin :)

Ev Yapımı Hamburger
Hamburgerlere dışarıda onca para veriliyor, içim acıyor vallahi.. (Burger King’den filan bahsetmiyorum benim beyim GFK’dan aşağı hamburger yemez. Kendisini “Hamburger Gurusu” ilan etmiş, şehrin her iyi hamburgerini bulmak için gezen dolanan bir adamdan söz ediyoruz burada)
Cumartesi öğlen yemeği için yapılmış bu leziz hamburgerde köfteyi hazır kullandım. Normalde hazır köfte kullanımına çok karşıyım ama üşengeçliğin tavana vurduğu noktada alıverdim efendim marketten. Ancak şunu söyleyebilirim ki kesinlikle hazır köfte gibi değildi. Lezzetine tam not verdim gitti Pınar Gurme Burger’in. Hatta ev yapımı hamburgerimi seven kocaya yeniden yapılacağı zaman da bu ürünü yeniden alabilirim.

Yapımı çok basit.

Malzemeler:
· Susamlı Hamburger Ekmeği
· Pınar Gurme Burger
· Pınar Burger Peyniri
· Domates
· Marul
· Ketçap-Mayonez-Hardal-Barbekü Sos
· İsteyenler Soğan da ekleyebilirler.

Yapılışı
Ben köftelerin bir tarafı piştikten sonra çevirip pişen kısmın üstüne çift kat burger peyniri koyup birazcık erimelerine izin verdim. Bir tarafta da domates dilimlerimi birazcık tavada cızırdattım. Soğan eklemek isteyenler soğanları da birazcık çevirseler tavada iyi olur diye düşünüyorum.
Ekmeğe bilumum zararlı soslarımızdan sürdükten sonra 1 kat köfte+burger peyniri üstüne domates+marul ve 1 kat daha köfte+burger peyniri koyup kocaman bir burger elde ettim. Son aşamada da burgerlerimi tavaya koyup azıcık da ekmeğini ısıtınca değme restoranlara taş çıkartır bir yemeğim oldu J Bir dahaki sefere Shake Shack usulü üzerine peynir eritilmiş patates de yapmayı planlıyorum. Gerçi bizim evde patates pek kızarmaz. Genelde baharatlayıp fırında pişiririm. Bence onun üstüne de peynir eritsem güzel olur. Siz ne dersiniz?
İşte eserim..


Pancake
Pazar sabah kahvaltısına ise pancake yapayım diye kalkıştım. Hatta öyle ki uyanıp adamcağıza günaydın demeden “pancake?” Diye sordum. Nasıl bir açsam artık :)
Aşağıdaki tarifi Miss Nefertiti'nin sitesinde görmüştüm daha önce. Jamie Oliver’ın tarifiymiş. O adamın pişirdiği şeyleri gözüm kapalı yerim ve aynısını da sorgulamadan yaparım. Hatta bu aralar Remzi’de gördüğüm kitaplarına takmış durumdayım. Hepsini alasım var ama kendimi tutuyorum. Onca yemeği aynı anda pişiremeyeceğime göre yavaş yavaş almak en doğrusu değil mi :) İşte Jamie’ye olan bu güvenimden dolayı tarifini de aynen uyguladım.

Malzemeler:
· 3 Yumurta
· 1 su bardağı + 1 parmak un
· 1 pk.kabartma tozu
· 1 çay bardağı süt (bir dahakine sütü 1,5 çay bardağı koyabilirim)
· 2 tatlı kaşığı şeker
· 1 çay kaşığı tuz
· Tarifte yok ama azıcık zeytinyağı da eklense fena olmayacak gibi

Yapılışı
Yumurtaların beyazlarını ve sarılarını ayrılıp farklı kaplara koyuyoruz. Yumurta sarıları ile 2 kaşık şekeri mikserle 2 dakika kadar çırpıp üzerine un ve kabartma tozunu da eleyerek ekliyoruz. İçinde toz-topak kalmayana dek 2 dakika daha mikserle karıştırıyoruz.
Yumurta akları ile tuzu da yine mikserle katılaşmaya başlayana kadar çırpıyoruz. Mikseri içinden çıkarttığınızda tepecik oluşuyorsa kıvamı tutmuş oluyormuş. Sonra yumurta aklarının olduğu karışımı, diğerinin için ekliyoruz ve karıştırıyoruz. Ama öyle fazla alt üst etmek yok yoksa yumurta akları geri sıvılaşıyormuş.
Tavayı ısıtıp yağı sürdükten sonra bir kepçe karışımı ortadan kenarlara doğru dairesel hareketlerle tavaya yayın ve üzerini kepçenizin arkası ile düzleyin. Altı pişip tavadan ayrılabilir hale gelince de tersini çevirin. Bu tarifi uyguladığınızda neden krep ya da akıtma demek yerine pancake yazdığımı anlayacaksınız. Puf puf pancakelere biz Amerikalardan üşenmeyip taşıdığımız akağaç şurubunu (bazı kaynaklara göre de akçaağaç, İngilizcesi mapple syrup) döküp öyle yedik ama balla da iyi gideceğini düşünüyorum. Hatta benim gibi tuzlu severseniz sadece peynir-zeytinle bile gideri olan bir tarif.
Bunlar da pancakelerim..

Ufff yine mi acıktım ben ne :) Herkese afiyet olsunnnnn…