29 Kasım 2013 Cuma

En Değerli Giysimiz Çok mu Pahalı

Reklamlarda diyorlar ya en değerli giysimiz cildimiz diye. Çok doğru aslında. Yaş ilerledikçe daha da iyi anlıyor insan bunu. Yalnız bakıyorum da bu cildin değeri cidden Burberry'den alacağınız trençkot ya da Prada'dan alacağınız çanta ile yarışır düzeyde olmaya başlamış. Ben bu cilde bakmak için verdiğim paralarla yıllardır bakıp bakıp iç geçirdiğim kaç çantayı alırdım valla :)

Cildimle her zaman çok haşır-neşir olmuşumdur. Ergenlikte başladım karma ciltler için yüz temizleyici jeller kullanmaya. Üniversiteye başladığımda da yaşıma uygun nemlendiriciler alırdım. 25'ime geldiğimde yine yaşıma ve cildime uygun göz kremine de başladım ve ne olursa olsun bazen verdiğim paralara acısam da her zaman da iyi ürünler kullandım cildime. Asla geri dönüşü olmayacak hatalar yapmak istemedim. Ne zaman yeni bir krem alacak olsam mutlaka yaşıma uygun olsun aman ha sakın yoğun bir ürün vermeyin diye tembihlerdim satış elemanını. Çok şükür şimdiye kadar da yanlış bir ürünle karşılaşmadım hiç.

Geçen sene bir ara cildim için eczanelere ve kozmetikçilere saçtığım paralardan illalah edip doğala dönmeye karar verdim.  Çalıştığım için her gün makyaj yapıyorum. Ayrıca yapmıyor olsam kaç yazar... Benim cildim temizlenmediği anda minik kırmızı sivilcemsi şeyler üretmek için en ufak bir hatamı bekler vaziyette olduğundan her sabah ve akşam yüzümü mutlaka Bioderma Sebium Foaming Gel ile yıkarım.


Birkaç hafta öncesine kadar yüzümü yıkamadan önce göz ve yüz makyajımı da Bebak Acıbadem Sütü ile siliyordum. Evet valla bildiğiniz acıbadem sütü :)  O şeyin cildinizi ve özellikle de göz makyajınızı nasıl temizlediğine asla inanamazsınız.


Sonra da tonik olarak Rosense Gülsuyu kullanıyordum :)


Nemlendiricim ise Amerika'dan aldığım Burt's Bees marka pek fazla bir özelliği olmayan ama doğal olma özelliği ile meşhur klasik bir nemlendirici. Göz kremim de aynı markanın.




Ama gece kremim daha önceden aldığım ve yoğun kıvamı ile bitmek bilmeyen Biotherm Skin Ergetic Gece Kremi.



30'umdan gün almaya başlayınca en sevdiğim kitap cümlelerinden biri olan "Sözüm ki tek sana geçmez, celladımsın ey zaman" diye ayna karşısında sayıklanırken artık cilt bakım rutinimde bir takım değişiklikler yapmak gerekir mi acaba diye düşünmeye başladım. Her gün baktığımda değişiklikleri fark etmiyorum belki ama dikkatli inceleyince gördüm ki burnumla yanaklarımın arasında kalan bölgede gözeneklerim belirginleşmiş. Cildim hala sıkı olmakla birlikte eskisi kadar genç ve ışıl ışıl durmuyor.  Kırışığım yok çok şükür ama bunlar da zaten gelmeden önce izin istemiyorlar ya, şimdiden önlemini almak lazım, oluşmadan durdurmak lazım diye düşünüyorum. Elbette her yaşın bir güzelliği var. Hiç kırışmayacağım, hep 20 yaşında gözükeceğim gibi iddialarım yok ama güzel yaşlanmak diye bir kavram var öyle değil mi? Ben yüzüm kırışıklarla dolduktan sonra onları açıcam diye savaş vermektense ne kadar geç oluşurlarsa o kadar iyi diye düşünüyorum. Gerçi ben yine de anti-aging düşünmüyordum ama kuledeki eczaneye gidip hadi biraz anlatın bakalım neler yapmam lazım dediğimde anti-aging için neredeyse geç kaldığımı öğrendim. Gerçi onlara sorsan zaten ölmeden mezara koyarlar adamı da bunu duyunca ben de biraz araştırdım ve cidden kırışıklıkları oluşmadan önlemeye başlamanın yaşının da 30'ların başı olduğu gerçeği ile yüzleştim.

Şimdi cilt bakım rutinimde bir takım değişiklikler var. Öncelikle acıbadem kremini sadece göz makyajımı temizlemek için kullanıyorum. Daha sonra cilt makyajımı silmek için Bioderma Sensibio H2O kullanıp yine Bioderma Sebium Foaming Gel ile yüzümü temizliyorum.

Gül suyum bitmediği için hala tonik olarak devam ediyorum kullanmaya ayrıca kremlerim de şimdilik aynılar.

İşte bütün bunları yazmamın sebebine şimdi geliyoruz.  Cildimi sıkılaştıracak, gözeneklerin görünümünü hafifletecek, karma cildimle uyum sağlayacak ve hafif bir anti-aging özelliği olacak tonik ve krem arayışındayım. Eczaneden Zorah diye bir marka tavsiye ettiler. Zorah Inua nemlendirici ve yağ salınımını düzenleyici bir kremmiş. Hatta cuma günü kendi uzmanları bizim eczaneye gelip bakım yapacaklarmış. Ben de randevumu aldım gidip bir deneyeceğim bakalım. Sorun şu ki hem gece-hem de gündüz kullanılabilen bu kremin 50 ml'si 190 TL'cik!!! İnternette de en uygun 150'ye bulabildim. Değer mi değmez mi bilmiyorum ama bunun daha göz kremi ve tonik kısmı da var ki onlar zaten görebildiğim kadarıyla Zorah'ta yoklar. Yani hadi paralara kıydım da nemlendiriciyi aldım diyelim, göz kremi ve tonik için hala arayıştayım. Yardım edin a dostlar. Kullandığınız/duyduğunuz/araştırdığınız markalar varsa (dermokozmetikten yanayım) fikirleriniz benim için önemlidir. Elbette birine uyan ürün herkese uyacak diye bir kaide yok ama en azından bir fikrim olur, giderim bakarım bana uygun mu değil mi diye. İşte böyle. Sizler neler yapıyorsunuz cildiniz için. Nasıl koruyorsunuz, hangi ürünleri kullanıyorsunuz merak içindeyim?

Not: Fotoğraf makinemi birine ödünç verdiğim için bütün görseller google'dan alıntıdır, affınıza sığınıyorum :(

19 Kasım 2013 Salı

O mu, Bu mu?

Sevgili İşte Böyle Günlük yukarıdaki başlık altında şuradaki yazıyı paylaşmış biz sevgili takipçileri ile. Yazısının sonunda da siz de cevaplayın benim için okumak eğlenceli olur demiş. Ben de onun postunu okurken keyif aldım ve hadi dedim ben de yanıtlayıvereyim. Bir tür mim gibi :) Bakalım benim makyaj-kozmetik-bakım tercihlerim nasılmış?


  • Lip balm mı, lip gloss mu?

Valla benim için yerleri biraz farklı. Akşamları yatarken mutlaka lip balm kullanıyorum çünkü hayatınızda benim kadar dudakları kuru olan ve o kuru dudakları fare gibi kemiren başka bir insan tanımanız mümkün değil :) Ama renkli lip-glosslar da benim gibi ruj tazeleme özürlü insanlar için iş yerinde hayat kurtarıcı olabiliyorlar.


  • Fondöten mi, kapatıcı mı?

Bu yaşıma kadar eline fondöten almamış olan ben geçen hafta sonu mac’den Studio fix fondöten aldığımdan beri her gün sabah mutlaka sürer oldum. Ben bunu neden daha önce keşfetmemişim ki diye de yanıyorum. Gerçi hala acaba cildimi mahvediyor muyum diye soru işaretleri kafamın içinde dönüyorlar ama görünümümden de pek memnunum vallahi. Eve gelir gelmez makyajımı çıkartmaya ve cildimi temiz tutup-özenli bakmaya devam ettiğim sürece bu yaştan sonra süreceğim fondöten de cildim tarafından normal karşılanmalı diye düşünüyorum :)


  • Eyeliner mı, göz kalemi mi?

Kesinlikle eye-liner. İnsanın bakışını değiştiriyor ama benim gözlerim hiçbir eye-linerı kabul etmez, hemen sulanma yapar ve bütün makyajım da bozulur :( Şurada bir eye-linerdan bahsetmiştim ya. İşte ilk defa bir eye-liner ile barışık bir hayat yaşamaya başladım demiştim ama son 1-2 haftadır o da biraz sulanma ve akma yapmaya başladı. Bir süre sonra dayanıklılığı mı gitti yoksa yine benim gözlerimin hassasiyeti mi anlayamadım. Siz ne dersiniz eye-liner zamanla akma-bulaşma yapar hale gelir mi? Suçu onda mı aramalıyım kendimde mi?


  • Fırça mı, sünger mi?

Bu da çok kısa süre öncesine kadar fikrim olmayan bir soru idi. Ama son 1-2 aydır doğru düzgün makyaj yapmaya o denli takmış durumdayım ki makyaj bloglarını takip etmeye başladım. Hatta doğum günümde kızlarla bir eğitim bile aldık bu konuda ki mutlaka yazacağım bununla ilgili, beklemede kalın. İşte o nedenle kesinlikle fırça. Makyajı inanılmaz değiştiriyor. Ama fırçada da sanırım mac’den başkası yalan. Yves Roche’den aldığım fırça anında formunu kaybetti ama mac 187 numaralı fırça ile sürdüğüm fondötenle çok doğal ve güzel bir görüntü yakalıyorum.


  • Kokulu oje mi, çatlak oje mi?

Onlar kim ya? Kuaförde french yaptırmaktan başka bir şey bilmem ben. Tırnaklarım çok sağlam ve güzeldir ama oje sürmek benim yeteneklerim içinde yok. Ne zaman bordo sürmeye kalksam cinayet işlemişim gibi bir görüntüsü oluyor ellerimin. O yüzden ben açık renk ojeleri sürebiliyorum sadece. Kuaförde fön çektirirken de french yaptırıyorum oluyor bitiyor işte.


  • Kısa tırnak mı, uzun tırnak mı?

Evlenene kadar uzun tırnaktı kesinlikle. Dediğim gibi sağlıklı, dayanıklı ve güzel tırnaklarım vardır çok şükür. Hep uzun kullanır, kuaförde oje sürdürür ojesiz de gezmezdim. Ancak evlendikten sonra ellerim daha çok su-yemek-bulaşık gibi işlerle haşır neşir olduğundan (duyan da çamaşırı-bulaşığı elde yıkıyorum sanacak) ojelerim çabuk bozulmaya başladı. Uzun tırnak da ojesiz/bozulmuş ojeli çok bakımsız ve kötü gözüktüğünden artık tamamen kısa olmasa da sürekli orta uzunlukta tutuyorum. Kökünden kesmeden azıcık pay bırakıyorum ve her hafta törpüleyerek düzeltiyor, uzamalarına izin vermiyorum. Yine de tırnaklarınız güzelse kesinlikle uzun tırnak :)


  • Beyaz oje mi, siyah oje mi?

Kurumsal bir yerde çalışmamdan filan kaynaklamıyor beyaz oje cevabım. 15’imde de bu yanıtı verirdim 22’imde de. Ama kireç beyazı değil elbette. French candır her zaman :) Her kıyafete koşulsuz uyum sağlar ve her daim sizi bakımlı gösterir.


  • Süslü mü, sade mi?

Ben süslüyüm arkadaş. Yapacak bir şey yok :) Süslüyüm dedimse abartılı bir süslülük hayal etmeyin. Bakımlıyım diyelim. Fönsüz dolaşmam, makyaj yapmadığım hafta sonlarında bile bir allık, bir ruj sürerim (10 dakika sonra da o ruju yerim ama orasını karıştırmayın şimdi). Ellerim manikürsüz oldu mu kendimi kötü hissederim filan ama asla da bir kokoş değilim :)


  • BB krem mi, yüz bazı mı?

Şimdi bu ikisi arasındaki farkı tam bilmiyorum ama sanırım yüz bazı silikonlu bir üründü. O yüzden BB krem diyeceğim. Geçen gün Cevahir’de Garnier’in BB Kremini uyguladılar yüzüme. Ne güzel, ne doğal oldu anlatamam. Almadım ama aklımda ve alınacaklar listesinde kendisi. Ama düğün-dernek gibi özel geceler için bir de baz edinsem mi diyorum bugünlerde. Varsa tavsiyeleriniz her iki ürün için de fikir edinme/karar verme döneminde olduğum için bilmekten çok memnun olurum.


  • Maske mi, nemlendirici mi?

Nemlendiriciyi her gün sabah-akşam kullanıyorum zaten ve de vazgeçemem ama şu maske işine de alışsam da arada sırada yapsam ne iyi olur diyorum.
· Aydınlatıcı mı, pudra mı?

Amaçları farklı değil mi ya? Yine mi cahil kaldım? Pudra ile parlamayı önlüyor aydınlatıcı ile ışıltı veriyordum ben hâlbuki. Ha illa seçeceksem pudra bence :)


  • Çiçek kokusu mu, şeker kokusu mu?


Bkz -> iki alttaki sorunun yanıtı…


  • Deodorant mı, parfüm mü?

Bak ama çok zorluyorsunuz beni. Ben ıssız adaya düşünce yanıma alacağım 3 şeyi 3 dakikada 3000 kez değiştirebilecek bir insanım. Parfümsüz dolaşmayı sevmem ama silah zoru ile seçim yaptıracaklarsa da deodorant kişisel hijyen açısından daha önemli geliyor. Hele ki yaz aylarında deodorant sürmeyenleri anlayamıyorum. Gerçi ben artık beklentilerimi düşürdüm. İnsanlar su ve sabunla tanışsalar şükredeceğim. Hiç anlayamıyorum ter kokan ve bunu umursamayan insanları :(


  • Vücut spreyi mi, parfüm mü?

İşte net cevap verebileceğim bir soru. Kesinlikle parfüm. Ama öyle ayıltıcı bayıltıcı şeyleri ve tatlı kokuları sevmem ben. Liseden beri Burberry Weekend kullanırım. Hiç değiştirmedim. Artık benim imzam gibi bir şey oldu. İnsanlar beni bu kokudan gözleri kapalı tanıyorlar :) Son birkaç yıldır bir de Armani Code kullanmaya başladım ama sadece kış aylarında, o da her gün değil. Yaza uygun bir parfüm değil zaten. Ama ona da baya bir alıştım. Seneler sonra 2 parfümüm var diyebiliyorum :)


  • Kırmızı ruj mu, pembe ruj mu?

Şeftali ve kahve tonları olsun lütfen… Esmerim, böyle bildiğiniz esmer. Kışın insanlar solaryuma mı giriyorsun diye sorarlar işte öyle bir esmer :) Bir de dudaklarım pek ince değildir. Dolgun ve kalın sayılırlar. İşte bu nedenlerle yani ten rengimden dolayı pembe (çingeneye benzerim valla), dudak tipimden dolayı da kırmızı (moulin rouge’dan fırlamış gözükürüm) pek kullanamıyorum. Ama yine de tonu uygun bir kırmızıyı her türlü pembeye tercih ederim. Şeftali ise candır :)
Vallahi ben de çok eğlendim yazarken :) Ve bir kez daha aslında şu mu bu mu sorularında benim için kesin yanıt vermenin zorluğunu gördüm. Ayrıca makyaj konusunda da hala çok eksiklerim olduğunu :) Neyse alan almış zaten bundan sonrasında manken olacak da değilim ya. Bakımlı kalmaya devam edeyim yeter..

Sizlerin yanıtlarını da çok merak ediyorum. Yazın da okuyalım tamam mı sevgili okurlar :)

Sağlıcakla kalın…


8 Kasım 2013 Cuma

Yorgunum Dostlarım Yorgunum Yorgun

Haftalar oldu şuraya merhaba ben hayattayım bile yazamadım :( O kadar yoğun bir dönem geçiriyorum ki evdeki misafirlerin hepsini yolculamış olmama rağmen işyerinin yoğunluğundan akşam eve geldiğimde tek istediğim uyumak oluyor. Uyumadığım zamanlarda da zaten çok işim olduğu için uyumuyor oluyorum. Peki ne yaptın da bu kadar yorgun, bu kadar yoğunsun derseniz buyrun aşağıda yokluk dönemimin özeti sizleri bekler.

Malum bayramda kayınpederim buradaydı ve biz sürekli geziyorduk. Kayınpederimi cumartesi öğleden sonra yolcu ettik (19 Ekim) ve kocacığımla 1,5 gün yalnız kalıp kafamızı dinleyip, yorgunluğumuzu atamadan Pazartesi günü annemler bayram tatili için gittikleri Malta'dan geldiler. 26-27 Ekim'de WTA vardı. Mutlaka duymuşsunuzdur dünyanın en iyi 8 kadın tenisçisi 3 senedir Türkiye'ye gelip bir turnuvaya katılıyorlar. Biz de annemlerle birlikte 3 senedir bu turnuvanın yarı final ve final maçlarını kaçırmadan izliyoruz Sinan Erdem Spor Salonu'nda. Bu sayede geçen sene ahir ömrümüzde Maria Sharapova - Serena Williams maçı (final maçı) seyretmek nasip olmuştu bize de. Annemlerin gelişi ile maçların arasında 3-4 gün olunca Bartın'a dönüp geri gelmek anlamsız olacağından İstanbul'da kaldılar. Tabi evde birileri olunca o kişi annen bile olsa yoruluyorsun. Şöyle bir ayaklarını uzatıp boş boş TV izleme şansın olmuyor. Hele bilgisayara hiç gömülemiyorsun zaten az gördüğün ailenle sohbet etme isteği daha ağır basıyor.

Bir de üstüne 27 Ekim benim doğum günüm olduğundan cuma akşamı sevgili arkadaşlarım benim için toplanmak istediler. Hop gittik hep beraber Bebek Kırıntı'ya. Keyifli bir akşamdı. Bir de söylemeden geçemeyeceğim pastamı ArtCafe'den yaptırmışlar ve bir harikaydı. Sevdikleriniz için özel günlerde  pasta siparişlerinizde tercih edebileceğiniz bir yer. Ben kefilim :) Tatlı-pasta sevmeyen bir insan olarak tabağımdaki her kırıntıyı süpürdüm :)


Cumartesi günü öğlene doğru maçları izlemek üzere yola koyulduk. Yolu kaçırdık-kaybolduk-trafik vs. hikayesi var ki inanın bilmek istemezsiniz ama olsun sonuçta gittiğimize değdi tabi ki. Serena Williams hastaymış galiba. Geçen seneki performansı yoktu ama yine de keyifli ve heyecanlı bir maç izlettiler oyuncular bizlere. Akşam bu sefer de annemlerle doğumgünü kutlaması vardı. Annemler, aile dostları derken oldukça kalabalık bir grup bu sefer de Asmalı Mescit tarafında Safi Meyhane'ye gittik. Mezeler lezizzzzz, ara sıcaklar değişik ve yine lezzetli. Ana yemek her 4 kişiye bir köfte bir de balık tabağı olmak üzere ortaya geliyor. Aç kalma olasılığınız var ama denemeye değer bir yer olduğunu söylemeliyim. Müzik arka planda ve Yeşilçam filmlerinin müzikleri. O nedenle kalabalık bir grup gitmek için de ideal. Çünkü müzik nedeniyle birbirini duyamama sorunu olmuyor. Annemler de saolsunlar pastamı taaaa Bartın'da aile dostlarının pastanesine yaptırtıp maça gelenlerle getirtmişler. Üstünde de gelinlikli bir fotoğrafım vardı. Bu pasta da artcafe'nin ki kadar olmasa da güzeldi. Pastaya doydum diyeceğim amaaaaa durun daha bitmediiii :)


Cumartesi gece saat 03.30 gibi eve dönmemize rağmen (Safi Meyhane sonra The North Shield yaptık. Annemler bizden daha genç vallahi yorulmak bilmiyorlar :)  ) sabah yine maçlar için ayaktaydık. Güzel bir final izledik Pazar günü de. Bu senenin şampiyonu da geçen sene ki gibi Serena Williams oldu. Evet bir takım antipatik hareketleri var. Mesela kendisine salona girerken eşlik eden küçük kızın elini filan tutmuyor ama yine de kadın tenisçi deyince o bir duayen! Hasta haliyle bile karşısındaki dize getirmeyi biliyor. Hırslı ama daha önemlisi oyun zekası var. Rakibinin zayıf noktalarını görmek, topa hükmetmek, karşısındakini yormak hepsi bu kadında. E şampiyonluğu da hak ediyor yani.















Şampiyon olduğu an..





28 Ekim Pazartesi malum yarım gündü. İşten çıkınca anneannemi ablasından almaya karşıya geçmek ve annemin kuzenine yemeğe gitmek gibi bir takım ailevi görevlerimiz vardı. Ertesi gün de annemin iki kuzeni, onların çocukları, anneannem ve onun ablası, kayınvalidem ve onun kız kardeşi bize kahvaltıya geldiler hazır annem de bizdeyken. Anlayacağınız 1,5 gün tatilim vardı ama o da aslında yoktu :) Gerçi ben kahvaltı sofralarını da, kalabalık aile toplantılarını da çok severim ama bizim evin orta yaş ve üstü bu kadar çok misafir ağırlayabilitesi yok :) İki kuzenim ve eşime resmen salonda sehpaya kahvaltı kurduk masaya sığamadığımız için :) Ama neyse bu da çok aksatılmış ve yapılması gereken bir buluşmaydı ve aradan çıkmış oldu. Üstelik çok da güzel oldu.



Ama yine bitmedi a dostlar. Çarşamba gününden itibaren de iş yerim beni eğitime gönderdi 4 gün. Yani cumartesi de dahil olmak üzere Allah'ın unuttuğu ve unuttuğu için ulaşılması pek mümkün olmayan bir yere her gün git-gel yaptım. Üstelik eğitimde insan bilmediği şeyler öğrendiği için daha da bir yoruluyor çünkü sürekli dikkat halindesin aman bişey kaçırmayayım diye. Vallahi her gün beynim sulanmış olarak döndüm eve. Bir de bilgisayarlı salon ayarlayamamışlar elimizde laptoplar göçebe hayatı yaşadık 4 gün boyunca. Üstelik cuma akşamı bu sefer de bölüm arkadaşlarım doğumgünümü kutlamak istediler saolsunlar. Bitmeyen doğumgünü yapmışlar bu sene bana. Posta posta kutladık yani :) Hem de 16 kişiye yer bulma sıkıntısı yaşadığımızdan yine Safi Meyhane'ye gittik :) Bu sene ki official doğumgünü kutlama mekanım oldu kendisi :)



Eğitim de bitti döndük işeeeeee. Tam oh misafirler gitti, koşuşturmaca bitti derken bu sefer de işyerinde faaliyet raporları, iş programı, periyodik raporlar, acil talepler derken resmen kaynayan kazanın içine düştüm. Bir yoğunluk var ki sormayın. Dur durak bilmeden çalışıyorum ama işler bitmediği gibi yığıldıkça yığılıyor. Hafta sonu çalışmak için bile laptopımla geldim eve. Bir de bu işlerin bir kısmı benim için çok yeni. Daha önce ekipten başka birisi yaparken şimdi müdürümüzün talebi ile ben devir alıyorum. Bilmediğin işi yapma hızın da normalden daha yavaş oluyor tabi ki. Bir de alışkın olmadığından normalde 2 kere kontrol edeceğim şeyi aman hata olmasın diye 5 kere kontrol ediyorum iyice yavaşlıyor. Saolsun bu aralar veri ambarımız da sürekli arıza yapıyor ve bir de o ket vuruyor işlerin hızına. Değmeyin keyfimize!!! Bu yoğunluk ne ara biter bilmiyorum ama bu hafta bir kaç defa sinir krizinin eşiğine geldim. Şimdi size bir bilmece soracağım. Eğer sizi arayan/mail atan herkesin işi acilse, ama çok acilse, herkesinkinden daha acilese, genel müdür yardımcısı istemişse, bugün mutlaka sonuçları alması gerekiyorsa, bunları yarın sunacaksa en acil kimin işidir? Bir insan evladı bir işi yaparken onu yarım bırakıp başka bir işe başlamak durumunda kalıyor, o işi yaparken onu da yarım bırakıp bir başkasına başlamak zorunda kalıyorsa, ilk işe geri döndüğünde tekrar konsantrasyonunu toplayabilmesi ne kadar zamanını alır?

Neyse bu tamamen farklı bir konu. Cuma akşamı ne ben düşünüp deli olmak ne de sizi bu romandan hallice yazıyla daha fazla sıkmak istiyorum. Evet uzun yazdım, tahminen bir çoğunuz buraya kadar gelemediniz ama yazmalıydım. Hem özür dilemeyi, hem içimi dökmeyi hem de ne kadar yorulduğumu ama aynı zamanda da güzel zamanlar geçirdiğimi başka nasıl anlatamayı başarabilirdim ki...

Aslında bütün bunlar sadece fiziki yorgunluklar. Bir de ruhsal yorgunluklarım var ki onları hiç sormayın. İşimle ve yöneticimle ilgili sıkıntılar, çok yakın iki arkadaşımın arasında çıkan büyük-çok büyük sorunlar, onların arasında kalmak, ne yapacağını şaşırmak...

Anlayacağınız bütün güzelliklerine rağmen aslında kötü bir dönem geçiriyorum ama geçecek biliyorum. Umarım daha fazla yormadan geçer. Yorgunum dostlarım yorgunum yorgun...