19 Ekim 2013 Cumartesi

SPK Sınavı

Bir önceki postumda bahsettiğim kitap okumama ve hatta daha bir çok aktiviteye ara vermeme sebep olan nedenden bahsedelim madem bugün..
İnsanın aklına neler geliyor neler.
Görmediğim bir ülkeye iş seyahati mesela. Ya da ailemin ziyareti nedeniyle evin kalabalık olması. Belki de gece geç saatlere kadar dizi ve film maratonu yapmaktan fırsat kalmaması..
Ama maalesef bu seçeneklerin hiçbiri benim nedenim değil.. Benim nedenimse "ders çalışmak".
Evet, 29'umu bitirmek üzereyken, üniversiteden mezun olalı 7, yüksek lisanstan mezun olalı 5 sene olmuşken yine-yeni-yeniden ders çalışıyorum.
Gerçi eğri oturup doğru konuşmak lazım. Kurumsal hayatımın gerçekleri gereği son 4 yılda şu anda çalıştığım iş yerime başlamak için 1, unvanımı değiştirmek için de 3 sınava girmiş bulunuyorum. Bunun dışında bazı tazminatlar alıp maaşımı arttırmak için de 2 farklı sınava girmiş ve bu sınavların her birine hazırlanmak için aralıklı dönemlerle booool bol ders çalışmış bulunuyorum. Ki 3 sene sonra uzmanlık sınavım olduğu ve o sınava çok ama çok çalışmam gerektiği gerçeği de zaten son unvanıma geçerken önüme konmuş ve değiştirilemeyecek bir başka gerçektir.
Ama bizim şirkette işler böyle yürüyor. Elbette dönemsel olarak maaş artışlarımız var ancak bir takım tazminat sınavlarına girerek hem maaşımızı arttırma hem de yükselme yolunda kendimize artı puan katmak da iyi oluyor. İşte ben de alabileceğim son tazminat için sınava girmenin ön koşulu olan SPK Kredi Derecelendirme sınavına hazırlanıyorum. Seneler sonra genel ekonomi, muhasebe, hukuk ve kredi-finans derslerine çalışıyorum. Tamam, insan okuyunca baya bir hatırlıyor yani dünyaları yeniden yaratıyor filan değilim ama eve gelip ayağımı uzatıp oturmak yerine ders çalışmam gerekiyor olması zaten yeterince sinir bozucu bir şey. Bir de üniversitedeki gibi değil ki hayat. Ben günümü gidip 3 saat ders görüp 2 saat kantinde takılarak geçirmiyorum. Sabah 9 - akşam 6 arası gayet kafa patlattığım bir işim var ve sonrasında ders çalışmak hiç de kolay olmuyor. Gerçi düşünüyorum da üniversitede vize-final dönemlerinde bazen bir günde 2 -3 dersi bitirirdik hem de her biri 300-400 sayfa olan kitaplardan çalışarak. Derste gördüğümüz için mi daha hızlı çalışırdık, hazırlanmak için çok kısıtlı süremiz olduğundan mı bilmiyorum. Ya da o zamanlar daha mı zekiydik, çok genç olduğumuz için aklımız daha fazla çalışıyor ve daha çabuk mu öğreniyorduk? Valla hangisiydi bilmiyorum ama şimdi günde 50 sayfa çalışınca ooo iyi çalıştım diye kendimle gurur duyuyorum :) Eylül sınavında 3 ders verebilirsem Aralık'a sadece 1 ders bırakmış ve çok rahat etmiş olurum.
Desteğinize ihtiyacım var sanırım.. Gaz verin bana, aslansın, kaplansın, yaparsın filan deyin, ya da boş verin sadece Allah zihin açıklığı versin diye bana dua ediverin yeter :)

Kızarmış Marshmellow ve Sıcak Çikolata

Bugün öğlen kayınpederimi gönderdik. Pazartesi günü de annemler geliyorlar. Zaten bizim gelen-giden hep böyle üst üste oluyor. Yakında birine check-out birine check-in saati vericem yani o derece. Neyse anlayacağınız karı-koca vakit geçirmek için 1,5 günümüz var sadece :) Biz de akşam bu hafta izleyemediğimiz How I Met Your Mother ve Revenge'in son bölümlerini izlerken sıcak çikolata içelim dedik ve bu defa hazır almak yerine kendimiz yapmaya niyetlendik. Sevmiyorum arkadaş dışarıdan alınan ürünleri. Bir yığın koruyucu zırt-pırt içeriyor. Yaparım ben en sağlıklısından ve de en kalorilisinden dedim koyuldum işe. Bir kaç tarif baktım internetten ve her zaman olduğu gibi kendi tarifimi oluşturdum. Ben tarifleri aynen kullanmayı sevmiyorum. Birinden bir malzeme, öbüründen diğer malzeme derken yapıveriyorum kendimce bişeyler işte :) Siz de öyle misiniz yoksa kalıbı kalıbına uyar mısınız verilen tariflere?

Neyse benim sıcak çikolatam şöyle...


  • 2 Paket Nestle Sütlü Çikolata
  • 500 ml süt
  • 100 ml krema
  • 1 tatlı kaşığı kakao
  • 1/2 çay kaşığı tarçın
  • 1/2 çay kaşığı zencefil
  • 1 tutam tuz

Çikolataları parçalara bölüp benmari usulü eritiyoruz. Bir tencerenin içinde süt, krema, kakao, tarçın, zencefil ve tuzu kaynatıyoruz. Eriyen çikolatayı sütle karıştırıp iyice birbirine yedirip bardaklara paylaştırıyoruz.

Bizim aldığımız krema 200 ml idi. Kalan yarısı çöpe gitmesin diye onu da mikserle çırpıp koyu kıvamlı bir krema haline getirdik ve bardakların üstüne paylaştırdık. (Yapmayın siz bunu anacım. Çok lezzetli ama o bir dünya da kolarili oluyor içeceğiniz şey. Bırakın gitsin çöpe. Kendinize kıyacağınıza ona kıyın)
Migros'tan da marshmellow almıştık. Onları da kesip ufak parçalar haline getirip bardağın içine attım. Kalan marshmellowlara da kürdan geçirip ocakta orta ateşe birkaç saniye tutup kızarttım. Tabağa da biraz minik oreolardan koydum.




Buyurun size en kalorilisinden haftasonu akşamı atıştırmalıkları.



Ben bu bayramdan sonra 1 hafta aç geziyor ve tartıya çıkmıyorum sevgili okur bu da böyle biline :)


Ama 9 günlük bayram tatilinde dinleneceği yerde, iş yerinde çalıştığından bile çok yorulan bu garibin de kaçamak yapmak hakkı değil mi ya siz söyleyin?

18 Ekim 2013 Cuma

Rumeli Kavağı Gezisi

Bayram nedeniyle bize ziyarete gelen kayınpederim ve kayınvalidemle Rumeli Kavağı'na gittik bayramın 1. günü.

Yolculuk sırasında ilk gördüğümüz şey 3. köprü inşaatı ve bu inşaat için ağaçların kesilerek katledildiği ormanlık alanlar oldu. Güzelim ormanı ortasından yok etmişler :( Bu kadarla da kalmayacak kesilen ağaçlar emin olun ki. Köprü bitene kadar başka ağaç kesmeseler bile sonrasında rant için o çevreye dikilip fahiş fiyatlara satılacak evlerle dolu siteler yapmak için yok edilmeyi bekleyen güzeller güzeli bir orman arazisi ve doğa var orada. Fotoğrafını koyup sizleri de sinirlendirmek istemiyorum ama yolunuz düşerse zaten mutlaka göreceksiniz yapılan katliamı :( Ne diyeyim Allah'larından bulsunlar. Çocuklarımıza miras kalacak yeşil alanları böyle hunharca para için yok etmekte parmağı olan herkesi kınıyorum bir kez daha :(

Oralara kadar gitmişken Rumeli Feneri'ni görmeden gitmek olmazdı. Biz de ilk durak olarak Feneri görmeye gittik. Avrupa yakasının en ucundaki bu fener ve içinde bulunduğu köy şehir hayatından bir anda uzaklaştırıyor sizi.



İşte Rumeli Feneri.


Bu da Fener'in önündeki sanırım eski bir top. Kırmızı filan olunca dayanamadım hemen çektim :)


Balıkçı mekanı olunca ortalık kediden de geçilmiyordu tabii :)

Sonrasında bir de Garipçe Köyü'ne uğradık. Burası da bir başka sevimli balıkçı köyü. Bol bol balıkçı lokantası var. Her yandan mis gibi kokular geliyor. Biz akşam üstü gittik ama kahvaltı yapmak için de gidilebilir. Balıkçıların tamamında kahvaltı menüsü de sunuluyordu.



Bu da Garipçe Köyü'ndeki bir balıkçı teknesi. Sabahtan avlanan balıklar gün içinde taze taze sofranıza geliyor.

Son durağımız da Rumeli Kavağı oldu. Boğaz'ın Karadeniz'e açılan bu noktasında tam karşınızda da Anadolu Kavağı var. Orayı da duydum ama henüz gitmek nasip olmadı ama inşallah en kısa zamanda gidilecek yerler arasında.

Denizin dibinde bir masaya yerleşip hava kararana kadar yiyip-içip sohbet ettik birlikte. Huzur buldum vallahi. Hava kararınca mehtap da bize eşlik etti ki tadından yenmez vallahi.


Rumeli Kavağı'ndan Anadolu Kavağı'na bir bakış...



Hava biraz serindi ama manzara o kadar keyifliydi ki uzun süre kalkamadık. Size de aile ya da arkadaş gurubunuzla birlikte gidip kafa dinlemek ve kendinizi birkaç saat de olsa şehir hayatından uzaklaştırmak için bu güzel yeri denemenizi tavsiye ediyorum.

İstanbul öyle bir şehir ki, her zaman şaşırtıyor insanı. Bütün o karmaşadan ve kalabalıktan uzakta böyle huzurlu bir ortam sunan ve size sadece yarım saat mesafede olan böyle güzel yerler olacağı aklınıza gelir miydi? Eğer görmedinizse özellikle de üçüncü köprü inşaatı ile daha fazla katledilmeden önce gitmenizi tavsiye ederim..

Sevgiyle kalın..

17 Ekim 2013 Perşembe

Bayram Değil Yorgunluk

Efendim, öncelikle geç de olsa bayramınızı kutluyorum.. Zaten bakıyorum sizin de pek sesiniz soluğunuz çıkmadığına göre sizler de bir Bayram telaşesi içindesiniz.
Benim kayınpederim geldi bu Bayram için. Geçen Bayram biz ona gitmiştik bu Bayram da o geldi bizi görmeye. Eşim için iyi oldu tabii. Hasret gideriyor babasıyla da beni kaç bayramdır yanında görmeyen babamın ses tonunda bozulmalar hissediyorum artık. En kısa zamanda bir gönül alma operasyonu ile Ankara yolculuğu planlamak lazım. Yaz kızım to-do liste..
Ne kadar artık anne-baba desen de yine de kendi ailen gibi rahat olamıyorsun tabi kayınvalide-kayınpeder yanında. Geriliyorum ben hala. Tanışalı 3 sene oldu. Artık huylarını sularını biliyorum ama yine de o gerginliği atamıyorum ben. Çok iyi insanlar ama ikisi de kolay değiller.. Always be on the safe side ilkesi ile hareket etmeye çalışıyorum. Ama bu Bayram işi zor azizim. Insan gezmekten de yorulabiliyor. Nitekim ben de yoruldum vallahi. Güzel gezdik ama. İstanbul'da daha önce görmediğim yerlere gittik. En kısa zamanda fotoğraflarla Rumeli Kavağı postu yayınlayıp sizlerle de paylaşacağım inşallah.
Postu kendi özlü sözüm ile sonlandırmak istiyorum. "Haftasonu olduğu günde 2 defa boşaltılan çöp kutusundan, evde misafir olduğu ise günde 2 kez çalışan bulaşık makinesinden anlaşılır."
Herkese sevdikleriyle huzur dolu bayramlar diliyorum.

11 Ekim 2013 Cuma

Bir Numara Taşıyamama Hikayesi





Hikâyemiz 30 Eylül’de başladı. Turkcell’in anlam veremediğim yüksek faturalarından bıktığım için işyerimin girişinde stant açan Avea’ya, kurumuma özel yaptıkları kampanyalardan birini kullanarak numaramı taşımak için başvurdum. Turkcell’le olan 10 küsur yıllık beraberliğimizi bitirmek için Kurumsal Avealılarla sınırsız ayrıca her yöne 600 dk. konuşma ve 4 GB internete 35 TL ödeyecek olmak yeterli gibi gözükmüştü. Başvuru sonrası 6 iş günü içinde hattın taşımasını gerçekleştireceklerini taahhüt eden Avea’ya güvenmiştim. 6 gün geçti ve ben önce sosyal medyada twitter hesabımdan iletişim kurdum Avea ile. Akşam saatlerinde yazdığım tweete kısa sürede yine tweet atarak döndüler ve eğer telefon numaramı iletebilirsem işlemimle ilgili bilgilendirmek istediklerini söylediler. DM mesaj atarak numaramı bildirdiğim gece saat 00.05’te ertesi gün işe gideceği için uyuyan beni arayarak bilgi vermek istediler. İlk eksi puanı orada verdim. Yahu sabaha kadar bekleyemedin mi altı üstü benim taşıma talebimin sistemlerinde gözükmediğini söylemek için be adam! Neyse ertesi güne bizim standa gidip derdimi anlattım. Bu özel bir kampanya olduğu için işlemler de özel bir merkezden yürütülüyormuş da Avea Merkez’in bilmemesi normalmiş. Bana başka bir numara veriler. Orayı aradığımda yasal numara taşıma sürelerinin sona ermesine rağmen taşımanın gerçekleşmemiş olmasını “şaşkınlıkla” karşıladılar ve bilgi alıp bana dönmeyi taahhüt ettiler. Dönmediler! Aşağıdaki standa bu durumu da söyledim. Onlar da bilgilerimi alıp bana haber vereceklerini söylediler. Haber vermediler! Bugün ilk aldığım numarayı bir daha aradım ve 12 gün (10 iş günü) önce yapmış olduğum başvurumun hala sonuçlanmadığını bu telefon görüşmesi sürecinde işlemle ilgili net bilgi almak istediğimi net bir dille ifade ettim. Artık sinirler gerilmişti! Araştırmanın 10 dakika sürebileceğini söyleyip bana döneceklerini bildirerek telefonu kapattılar. Döndüler! Efendim başvurum 2 Ekim günü aktivasyona gitmiş ama yoğunluk nedeniyle işlem tamamlanamamışmış. E yasal süreniz bitti ben sizi şikâyet ederim o zaman Tüketici Hakem Heyetine. Sonuçta bana en başından 15-20 gün sürüyor deseydiniz ben de düşünür taşınır ona göre hareket ederim dedim. Bütün yasal haklarınızı kullanmakta özgürsünüz dediler. Özgürlüğümü ilk önce Avea Genel Merkezi’ne şikâyet kaydı bırakarak kullanmak istedim ama aktivasyon gerçekleşmediğinden müşterileri gözükmüyordum ve bu nedenle benimle ilgili şikâyet kaydı da oluşturamıyorlardı. İptal edelim dedim, e beni yine göremiyorlardı! Durumumla ilgili bana net bilgi verebilecek kurumsal bir merkezin numarasını verdiler. Belki 10 kere aradım. Telesekreter çıkıp çıkıp mesaj bırakın diyordu ama o telefon hiç açılmıyordu! Tekrar standa gittim. Görevli kız ismimi ve numaramı alıp araştırmaya çalıştı ve öğleden sonra şu bilgiye eriştim. Ayın 2’si ve 3’ünde aktivasyona gönderilen tüm başvurular back-office’e dönmüştü. Neden? Bilinmiyor. Eksik evrak olabilir mi? Hayır, eksik evrak yokmuş! E peki ne olacak? Bayram da giriyor araya ben siz 6 gün dediniz diye Turkcell’deki internet paketimi iptal ettirdim. Biricik akıllı telefonum internet olmayınca bir takozdan ibaret. Şimdi back-officeteki arkadaşları ben ve benim gibi mağdur olup şikâyette bulunan diğer bir beyefendi için işlemi hızlandırmaya çalışıyormuş. İptal edelim biz bu talebi, daha başlangıçta bu denli problem yaşıyorsak siz bana ucuza sinir sistemi bozukluğu dışında bir şey satmış olmayacaksınız dedim. Numaram aktivasyonda olduğu için iptal talebi de alamıyorlarmış! Şimdi mi Turkcell’i arayı bayramda kullanmak için internet paketi alacağım kuzu kuzu. Acaba Turkcell beni hala seviyor mudur? Sonuçta baya eski bir geçmişimiz var yani…
Velhasıl kelam Avea’ya geçmeyin değerli okurlar.
Bardağın dolu tarafı: Telefonun şarjını bir günden uzun kullanmanın yolunu buldum. Kapatın internetinizi, hücresel veri ağınızı bakın bakalım 2 gün boyunca hiç şarj sıkıntısı çekiyor musunuz? Vallahi 2 günde 1 o da %20’ye düştü diye şarj ediyorum ki akşamları evdeki internetten bağlanıyor telefonum. 3G neymiş arkadaş resmen şarjla besleniyormuş valla.

8 Ekim 2013 Salı

Bir Insan Evladının Paraben Savaşı

Paraben’le ilgili duyumlarım olmuştu elbette, birkaç defa gazetede filan da denk geldim zararları ile ilgili yazılara ama bir türlü bu işi ciddiye alıp da evdeki parabenli ürünlerden kurtulmaya ya da yeni aldığım ürünlerin paraben içermemesi için çaba harcamaya başlayamamıştım. Ta ki düne kadar. Elimde Diadermine ‘in yarısı kullanılmış bir makyaj temizleme sütü vardı. Bir türlü elim gitmemişti bitirmeye. Acaba bir şey olmuş mudur tarihi geçmiş midir diye üzerini okurken içindekiler kısmında karşılaştığım 4 farklı paraben maddeyi görünce direk çöpe attım. Sonra sinirlendim bunca para verip kendimizi mi zehirliyoruz diye başladım evdeki kozmetikleri taramaya. Bakalım kimde var bu parabenlerden kimde yok dedim. Bir de ne göreyim. Şampuandan, diş macununa, el kreminden, makyaj malzemelerine kadar hemen her şeyin içinden bir ya da birkaç çeşit paraben bana el sallıyorlar işte buradayız diye.



Açtım biraz internetten okudum ve kullandığımız bunca ürünün haricinde mayonez, hardal gibi bazı soslarda bile bu maddeden bulunduğunu, vücutta östrojen taklidi yaparak meme kanseri riskini arttırdığını ve hatta bilim adamlarının yaptıkları çalışmalarında 20 kanserli tümörün 18’inde paraben tespit ettiklerini okudum.


Tutup her şeyi çöpe atasım geldi ama dur dedim. Basitten başlayarak ilerle. Bunca zaman kullanmışsın hepsini birden değiştirmek sıkıntı ama bundan sonra dikkat edersin işte. Önceliği günlük kullandığımız şampuan, diş macunu, traş köpüğü, el ve vücut kremlerine verip sonrasında da aşama aşama kozmetik ürünlerini ve daha nadir kullandığımız ürünleri değiştirmek üzere bir yol geliştirdim kendimce. Sanıyorum ki gidicem markete PARABEN FREE reyonu filan bulup alıvericem gönlümce sağlıklı ürünlerimizi. Bu ne hayal azizim, bu ne tozpembe gözlüklermiş meğer.



Sabah geldim işyerinde kullandığım el kremine baktım. Bizim Arko meyveli el kreminde paraben buldum, bitmek üzereydi zaten atıverdim çöpe. Gittim arkadaşımın masasındaki Neutrogina kreme baktık onda da bulduk. Başka arkadaşıma gittim body shop kremi varmış, ondan da çıktı. Dayanamadım açtım interneti paraben içermeyen el kremi bul dedim Google Amca’ya. Buldu bulmasına ama fiyatları 40-50 TL’lerde. Yahu el kremi alıyorum ben altı üstü. Beni baştan yarat demiyorum ki. Hem iş fiyatla bitse iyi. Paraben yok içlerinde evet ama bilmem kaç çeşit başka zararlı maddeler var. Okudum da okudum, birinin bile ismi aklımda kalmadı. Liste mi yapsam dedim de bu sefer de gidip elimde liste ile bu zararlıları içermeyen bir krem bulmak için kaç saat ve kaç para harcayacağımı tahmin edemedim. Artık parasını da geçtim de hangi markanın kremini araştırsam başka bir kötü madde çıkıyor altından. Ben bu soğuk günlerde kurumasın diye ellerimi nemlendirmek ve bunu yaparken sağlığımı tehdit etmek istemiyorum arkadaşlar. Bu kadar zor mu bu iş? Siz ne yapıyorsunuz bu konuda? Benden önce araştırıp-bulup-kullanıp-memnun olduğunuz ürün/ürünler var mı yoksa görmezden gelmeye mi çalışıyorsunuz bu durumu? Yorum ve deneyimlerinizi merakla bekliyorum.
Daha bunun diş macunu vardı sırada!

Not: Görseller alıntıdır.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Günler Torbaya Girer mi?

Üniversite yıllarımda 3 sene Tango ve Latin Dansları Kulübü Yönetim Kurulu’nda görev aldım. Onu da orada tanıdım. Kulübün üyelerinden biriydi ve Tango dersi alıyordu. İlk günden çok da yakın değildik. Her hafta derslere gelir giderdi. Cuma akşamları yapılan milongaları da kaçırmazdı. Hayat bir şekilde tesadüfleri ile bizi yakınlaştırmaya başladı. Önceleri başka insanlar nedeniyle bir araya geliyorduk. Hatta ilk yakınlaşmamız da bir başkası şehir dışına giderken onu yalnız bırakma ben yokken dediği için olmuştu. Zamanla başkaları için değil BİZİM için bir araya gelmeye başladık. Birbirimizin derinliğini ve o derinliklerin içindeki aynılıklarımızı bulmaya başladık. Kimi zaman çok saçma şeylerimiz benziyordu birbirimize. Mesela kalem tutuşlarımız (ikimiz de herkesin tuttuğu gibi değil de başka bir şekilde tutuyordu kalemi ve ikimizle de bu konuda dalga geçilmişliği vardı), mesela ayaklarımızın bırakın aynı numara olmasını kağıt üzerine çizildiğinde gözüken kıvrım yerlerine kadar birebir tutması. İnsanlara saçma gözüken bu içsel ve dışsal benzerlikler git gide daha fazla bağladı bizi birbirimize. Pilotaj okuyordu, sınıfında da bölümünde de pek kız yoktu doğal olarak. Olanlarla da pek anlaşamazdı. Erkek arkadaşları ile arası daha iyiydi. Sonradan annesine “Ben sonunda kız arkadaşımı, dostumu buldum” dediğini öğrendim. Kimselerle paylaşamadıklarımızı paylaşabildik birbirimizle. En çok Antik Beyaz şarap alıp bütün şişeyi devirmeyi severdik, yanında birer dilim bonfile ve bol salata ile tüm akşam dur durak bilmeden konuşurduk. Öyle her yerde kalamazdı ama benimle aynı yatakta bile uyurdu. Çok naif, çok kibar, çok iyi, bu dünya için çok fazlaydı…
Hayaller kurardık. İstanbul’a taşınıp işe başladığımızda yakın oturacaktık ki boş zamanlarımızda rahat rahat görüşelim. Gideceğimiz yerleri konuşurduk. Ne hayallerimiz vardı ne hayallerimiz. Asla ama asla kopmayacaktık biz artık birbirimizden. O diğerleri gidebilirdi birimizin ya da belki ikimizin birden hayatından ama biz birbirimizi hiç bırakmayacaktık. Koşulsuz güvenirdim. Koşulsuz severdim.
Çok rüya görürdü. Hepsi de birbirinden saçmaydı :) Ama anlatmaya bayılırdı. Gecenin bir yarısı bile olsa unutmamak için telefon edip anlatabilirdi, kızmazdım… Bir gün, bir askılığın önünde fotoğrafının çekildiğini gördü rüyasında. Fotoğrafa baktığında meğer o askı değil de Azrail’miş. Hemen aradı beni. İnternetten baktık anlamına. Azrail görmek öleceğine delaletmiş. Saçmalama dedim. Hem rüyanda fotoğraf da çektiriyorsun hadi onun da anlamına bakalım. Garip ki o da aynı şeye işaret ediyordu, Öleceğine…
İnanma boş ver canın sıkkın bugünlerde dedim. THY arasın seni bak o zaman çiçekler böcekler görmeye başlarsın rüyalarında. Rüyayı unutacağı kadar zaman geçti aradan, 3 ay zaman…
İstanbul’a geldi. Teyzesini, bizleri görmeye. Buluştuk. Hadi dedim bana gel. Akşam bir Antik Beyaz alırız. Gelmez normalde. Teyzemde kalacağım dediyse, o gün teyzesinde kalacaktır. Hiç beklemiyordum ama tamam dedi, geldi… Oturduk içtik, baktım saat geç oldu. Ertesi gün işe gidecektim. Hadi dedim yatalım. Uyuma dedi bana, konuşalım. Biraz daha oturdum ama sonra ertesi gün olan toplantımı hatırlayıp hadi yatalım, “günler torbaya mı girdi”, başka zaman sabahlarız merak etme dedim. Uyuduk…
Ertesi gün işyerime de uğradı. İşlerim bitmişti zaten biraz muhabbet ettik sonra kahve içmek istedi. Bayılırdı fal bakılmasına. Kendi yorumlayamayınca fotoğrafını çekip yollardı bak bakayım ne görüyorsun diye. Kapattı falını, soğudu o fal. Hadi gidelim dedim ama o illa da falım dedi. O falda neler vardı hatırlamıyorum ama bir kaza ve bir ölüm vardı hiç unutmadığım. Söylemedim etkilenir diye. Hayatımda baktığım son fal olduğunu bilmiyordum henüz. Sonra o teyzesine ben de eve döndüm.
İstanbul’daki tüm akrabalarını, arkadaşlarını ziyaret etti ve Eskişehir’e gitti. Evini kapatacaktı artık. Gittiği gün oradaki arkadaşlarını gördü, hasret giderdi. O akşam aradı THY. Gelin imzanızı atın, işe başlayın dedi. Mutluluktan uçuyordu beni aradığında. Hemen toparlandı ve ertesi gün yola çıktılar abisiyle. Bana gelin dedim. Buradan daha yakın THY, rahat gidersiniz. Bu akşamlık teyzeme gidelim yarın imzadan sonra kutlama için sendeyiz dedi. Neden bilmem bir daha dedim hiç de ısrar etmemin faydası olmadığını bilmeme rağmen. Hadi ama yapma işte, bana gel.. Düşündü, ama yok bugünlük teyzemde olalım dedi. Peki dedim…
Akşam varmaları gereken saat oldu, haber gelmedi. Geciktiler dedim, bekledim. 1 saat sonra dayanamadım, aradım. Açmadı… Meraklandım. Hiç unutmam kıymalı makarna pişiriyordum. Yanımdakinin (eski sevgilim işte, o tanıştırmıştı bizi, o demişti bana ben yokken onu yalnız bırakma diye. Adını geçirmeyim dedim de bu hikâyede ondan kurtuluş yok ne yapayım ) telefonu çaldı. İçeride konuştu, geldi. Otur istersen dedi. Ellerim titremeye başlamıştı, kendime hakim olamıyordum. Duymadan biliyordum kötü bir şey söyleyeceğini. Kaza yapmışlar ama iyilermiş dedi. Abisiyle konuşmuştu. Benim canım arkadaşım hastaneye kendi kendine gidip bir şey var mı diye baktırıyordu, abisi de arabanın başındaydı. İstanbul içindeydiler ama karşıdalardı bizse Beylikdüzü’nde. Gidicem dedim. İyiymiş, gitmeye gerek yok dedi. Hayır dedim, ya görürüm ya da sesini duyarım. Başka türlü beni evde tutamazsın. Yemeği öylece bıraktık ve çıktık. Araba filan yok o zamanlar. Otobüsle karşıya geçmeye çalışıyoruz. Ocak ayındayız, hava buz gibi, dışarısı zifiri karanlık ama olsun tek istediğim onun iyi olduğunu görmek. Nasıl gideceğimiz nasıl döneceğimiz önemsiz o anda. Aramıyor bir türlü, telefonuma cevap da vermiyor. İyiyse neden konuşmuyor benimle? Biz Taksim’e varıp otobüs değiştirdiğimizde haber geldi, yoğum bakımdaymış. Yanımdaki de paniklemeye başladı. Sessizlik içinde vardık Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne.
Köprüden önce son çıkış tabelasını görünce yanlış gittiklerini anlamışlar. Sağa EMNİYET ŞERİDİNE çekip teyzelerini aramak istemişler. Kemerleri takılı, dörtlüleri yanıyor. İşte o anda, bir araba, içinde çoluğu çocuğu olmasına rağmen EMNİYET ŞERİDİNDEN SAATTE 100 KM HIZLA çarpıyor bizimkilere. Bu kişi hakkında hiç konuşmak istemiyorum. Allah’ından bulsun. Yüzüne tükürsem tükürüğüme acırım. Bizimkiler iyiler aslında. Çıkıyorlar arabadan, polis filan çağrılıyor. O ara benim canım, abisine biraz uyuşmam var sanki diyor. Ama görünürde hiçbir şey yok. Biraz da pimpirikli ya bizimkisi abisi hadi atla bir taksiye hastaneye git baktır kendine diyor. Abi mecburen arabanın başında. Bizimki gidiyor hastaneye. Çok uzun o aralar. Hastanede ifade veriyor polise, o ara bir baygınlık geçiriyor, entube ediliyor, tomografiye giriyor, kalbi duruyor, entube ediliyor, beyin kanaması tespit ediliyor, Haydarpaşa’ya sevk ediliyor, yoğun bakıma alınıyor. Birkaç arkadaşımız yoğun bakıma girerken görmüşler, biz yetişemedik, göremedik. Beyin ameliyatına alınması gerekiyordu ama kalbi problem çıkartıyordu, ayıramıyorlardı yaşam destek ünitesinden. (daha önceden kalp ameliyatı geçirmişti ama iyileşmişti) Yoğun bakımda eski usul yöntemlerle beyindeki kanı boşaltıp baskıyı hafifletmeye çalıştılar ilk gece. 5 gün 5 gece bekledim o yoğun bakımın önünde. İşten izin aldım. Arada sırada eve gidip duş alıp-üstümü değiştiriyor geri geliyordum. Hiç göremedik. Doktorlara soruyorduk sadece. Kar yağıyordu, kantinde çay-sigara içiyor, geri yoğun bakımın merdivenlerine dönüyorduk. Benim telefonum vardı yoğun bakımda. Bir şey lazımsa ya da bilgi verilecekse beni arıyorlardı geceleri. Defalarca kalbi durdu, geri çalıştı. Bir defasında 28 dakika durdu ailesini arayın dediler. Yoğun bakımın önünde çekmiyordu telefon yukarıya çıktım aileden birine haber vermeye tam çeviriyordum ki bir arkadaşım koştu geldi. Dur-geri geldi diye. Tamam dedim atlatacak, her şey düzelecek. Sürekli dua ediyordum. Bir gün doktor gelip yanıma oturdu. Ne diye dua ediyorsun dedi. İyileşsin diye dedim, ne için olabilirdi ki. Arkadaşın buradan çıksa bile beyninde hasar olmuş olabilir dediler. Bunca kalp durması, oksijensiz kalma, bir daha hiç eskisi gibi olmayabilir dedi. 2 yaşında bir çocuk aklıyla, bildiği her şeyi unutmuş olarak da çıkabilir dedi. Öğretiriz her şeyi yeniden, yeter ki yaşasın, şuradan çıksın diye yanıt verdim. Bu senin isteğin, peki ya o böyle yaşamak ister mi? Dualarınızla yaşatıyorsunuz onu, içerideki en genç hastam, inan bana herkesten çok ben onu oradan çıkartmak istiyorum. Günlerdir ondan sonra gelen 80-90 yaşındaki insanlar çıktı ama o hala orada, adil gözükmediğini biliyorum ama bir de onun açısından bak, doğru dua etmeyi öğren dedi ve gitti. Düşündüm. Ya bir daha uçamazsa, o çok sevdiği uçakları ya bir daha uçuramazsa? Çok düşündüm ve son duamı ettim o gece. Allah’ım sen doğrusunu bilirsin, onun için en hayırlısı neyse onu ver. Yeter ki o mutlu olsun dedim.
Sabah karşı aradılar yine, arkadaşın arabasına doluşmuş ısınmaya çalışıyorduk o ara. Koştum yoğun bakıma, 4 erkeği geride bırakıp koştum. Bir umut işte, koştum… 45 dakika... Tam 45 dakika geri döndürmeye uğraşmışlardı. Ama dönmemişti, gitmişti, EX kabul ettik dediler…
Yoğun bakımdan çıkarıp morga ellerimizle götürdük. Yüzünü açtırdık, tanınmıyordu. İçim parçalandı onu öyle görünce. Çok kötüydü, ona benzemiyordu sedyede yatan… Hâlbuki fiziki hiçbir hasarı yoktu. Ertesi gün cenaze için Marmaris’teydik. Yıkamasına da girdim bütün yapma-etmelere rağmen. Annem kapının dışında beni bekliyordu arkadaşlarımla. Ne kadar yapma dese de dinletemedi, girdim. İyi ki de girmişim. Dünkü kız gitmiş yerine benim canım arkadaşım gelmişti. Evet, soğuktu-beyazdı hatta katıydı ama huzur vardı yüzünde. Hafif bir gülümsemenin eşlik ettiği huzur vardı. O öyle istemişti, neden bilemem ama hayatında en çok istediği şeye kavuşacağı gün gitmeyi tercih etmişti. Evladını kaybeden bir anneyi toplamak vardı şimdi bizim için. İmkânsızdı. 7 sene önce büyük oğlunu şimdi ise kızını kaybetmişti kadın. Elinde bir oğul kalmıştı. Allah ondan 7 sene arayla 2 evlat almıştı. Kim nasıl toplasın Allah aşkına o anneyi. Annem varlığını hissettirmeden yanımda oldu o gün. Acımı paylaşmak için bir defa sarılmadı bana onun yanında. Hatta yaklaşmadı bile. Gözü hep üstümde ama asla yakınımda değildi. Sonra 1 hafta işten izin alıp benimle kaldı İstanbul’da ama o gün, o annenin gözüne anne olduğunu, evladının yanında olduğunu sokmadı.
Sonra defnettik… Acımı anlatamam, yazdığım bu uzun yazı hiç bir şey. Olayların belki 10’da 1’ini yazdım. Hele Turuncu’mla (lakabımız) benim hikayemiz zaten defterlere, kitaplara sığmaz. Birkaç yıla çok şey sığdırdık biz… Gidişini, geçen 5 yıla rağmen (neredeyse 6 olacak) sindiremedim. 24 yaşında pırıl pırıl bir genç kızın ölümünü asla kabullenemedim. Çoktu bu dünyaya biliyorum ama benim için çok önemliydi.
Çok dağınık yazmış olabilirim. Okudunuzsa buraya kadar hem teşekkür ederim hem de özür dilerim. Üzdüm belki sizleri de. Ama ben hayatıma giren herkese anlattım O’nu. Siz eksik kalamazdınız.
Zaman zaman yine yazarım belki Turuncu’mu. Bugün bu kadar…
Çok özledim…

1 Ekim 2013 Salı

Üşengeçlik Tavan Yapınca

Şu malum sınavımın çeyreğine girip çıktığımdan beri üstümde bir tembellik var ki sormayın. Evi çekip-çevirip adama sokmam 1 haftayı aldı. Yok, evdeki işin çokluğundan filan değil, benim üşengeçliğimden. 1 haftadır akşam eve gelince ne spora gidiyorum, ne de yemek yapıyorum. Oturuyorum bilgisayarın başına How I Met Your Mother’ın yeni bölümleri Revenge’in izlemediğim bölümleri, Hürrem’in kaçırdığım bölümü, eh birazcık da blog okuyayım (Dikkat yazmak bile değil sadece okumak), biraz twitter’a takılayım, ay instagram’da neler olmuş derken yatma saatini getiriyordum. Hatta kitap bile okumadım ders çalışmayı anımsatıyor bana diye. Son nokta olarak da Pazar günü yapılan Run İstanbul’a gitmeye üşendim. Neymiş efendim Pazar günü akşam 7’de koşu mu olurmuş. 1 saat koşsam, sonra töreni filan, taa karşıdan geri dönülecek derken ay haftaya öyle yorgun başlayamam dedim ve ona da gitmedim :)
Ama bu kadar üşengeçlik yeter değil mi? Altı üstü 1 ay ders çalıştım diye daha fazla abartmaya gerek yok. Normal hayata geri dönme zamanı çoktan geldi. Bunu hafta sonu yavaş yavaş idrak ettiğim için kocişkoma cici cici yemekler yaptım. (Pratik ama lezzetli) Onlardan iki tanesini de paylaşmak istedim sizlerle. Ama lütfen bunlar da yemek mi demeyin :)

Ev Yapımı Hamburger
Hamburgerlere dışarıda onca para veriliyor, içim acıyor vallahi.. (Burger King’den filan bahsetmiyorum benim beyim GFK’dan aşağı hamburger yemez. Kendisini “Hamburger Gurusu” ilan etmiş, şehrin her iyi hamburgerini bulmak için gezen dolanan bir adamdan söz ediyoruz burada)
Cumartesi öğlen yemeği için yapılmış bu leziz hamburgerde köfteyi hazır kullandım. Normalde hazır köfte kullanımına çok karşıyım ama üşengeçliğin tavana vurduğu noktada alıverdim efendim marketten. Ancak şunu söyleyebilirim ki kesinlikle hazır köfte gibi değildi. Lezzetine tam not verdim gitti Pınar Gurme Burger’in. Hatta ev yapımı hamburgerimi seven kocaya yeniden yapılacağı zaman da bu ürünü yeniden alabilirim.

Yapımı çok basit.

Malzemeler:
· Susamlı Hamburger Ekmeği
· Pınar Gurme Burger
· Pınar Burger Peyniri
· Domates
· Marul
· Ketçap-Mayonez-Hardal-Barbekü Sos
· İsteyenler Soğan da ekleyebilirler.

Yapılışı
Ben köftelerin bir tarafı piştikten sonra çevirip pişen kısmın üstüne çift kat burger peyniri koyup birazcık erimelerine izin verdim. Bir tarafta da domates dilimlerimi birazcık tavada cızırdattım. Soğan eklemek isteyenler soğanları da birazcık çevirseler tavada iyi olur diye düşünüyorum.
Ekmeğe bilumum zararlı soslarımızdan sürdükten sonra 1 kat köfte+burger peyniri üstüne domates+marul ve 1 kat daha köfte+burger peyniri koyup kocaman bir burger elde ettim. Son aşamada da burgerlerimi tavaya koyup azıcık da ekmeğini ısıtınca değme restoranlara taş çıkartır bir yemeğim oldu J Bir dahaki sefere Shake Shack usulü üzerine peynir eritilmiş patates de yapmayı planlıyorum. Gerçi bizim evde patates pek kızarmaz. Genelde baharatlayıp fırında pişiririm. Bence onun üstüne de peynir eritsem güzel olur. Siz ne dersiniz?
İşte eserim..


Pancake
Pazar sabah kahvaltısına ise pancake yapayım diye kalkıştım. Hatta öyle ki uyanıp adamcağıza günaydın demeden “pancake?” Diye sordum. Nasıl bir açsam artık :)
Aşağıdaki tarifi Miss Nefertiti'nin sitesinde görmüştüm daha önce. Jamie Oliver’ın tarifiymiş. O adamın pişirdiği şeyleri gözüm kapalı yerim ve aynısını da sorgulamadan yaparım. Hatta bu aralar Remzi’de gördüğüm kitaplarına takmış durumdayım. Hepsini alasım var ama kendimi tutuyorum. Onca yemeği aynı anda pişiremeyeceğime göre yavaş yavaş almak en doğrusu değil mi :) İşte Jamie’ye olan bu güvenimden dolayı tarifini de aynen uyguladım.

Malzemeler:
· 3 Yumurta
· 1 su bardağı + 1 parmak un
· 1 pk.kabartma tozu
· 1 çay bardağı süt (bir dahakine sütü 1,5 çay bardağı koyabilirim)
· 2 tatlı kaşığı şeker
· 1 çay kaşığı tuz
· Tarifte yok ama azıcık zeytinyağı da eklense fena olmayacak gibi

Yapılışı
Yumurtaların beyazlarını ve sarılarını ayrılıp farklı kaplara koyuyoruz. Yumurta sarıları ile 2 kaşık şekeri mikserle 2 dakika kadar çırpıp üzerine un ve kabartma tozunu da eleyerek ekliyoruz. İçinde toz-topak kalmayana dek 2 dakika daha mikserle karıştırıyoruz.
Yumurta akları ile tuzu da yine mikserle katılaşmaya başlayana kadar çırpıyoruz. Mikseri içinden çıkarttığınızda tepecik oluşuyorsa kıvamı tutmuş oluyormuş. Sonra yumurta aklarının olduğu karışımı, diğerinin için ekliyoruz ve karıştırıyoruz. Ama öyle fazla alt üst etmek yok yoksa yumurta akları geri sıvılaşıyormuş.
Tavayı ısıtıp yağı sürdükten sonra bir kepçe karışımı ortadan kenarlara doğru dairesel hareketlerle tavaya yayın ve üzerini kepçenizin arkası ile düzleyin. Altı pişip tavadan ayrılabilir hale gelince de tersini çevirin. Bu tarifi uyguladığınızda neden krep ya da akıtma demek yerine pancake yazdığımı anlayacaksınız. Puf puf pancakelere biz Amerikalardan üşenmeyip taşıdığımız akağaç şurubunu (bazı kaynaklara göre de akçaağaç, İngilizcesi mapple syrup) döküp öyle yedik ama balla da iyi gideceğini düşünüyorum. Hatta benim gibi tuzlu severseniz sadece peynir-zeytinle bile gideri olan bir tarif.
Bunlar da pancakelerim..

Ufff yine mi acıktım ben ne :) Herkese afiyet olsunnnnn…

23 Eylül 2013 Pazartesi

Havuz Problemi Out Trafik Problemi In



Özellikle üniversiteye hazırlanırken en çok havuz problemlerinden nefret ederdim. Yaş ya da hız problemlerini ne kadar sevsem de havuz problemlerini bir türlü sevememiştim. Yok efendim bir musluk bir havuzu 3 saatte, diğer musluk ise 5 saatte doldururken, üçüncü musluk 6 saatte boşaltıyormuş. O zaman bu havuz kaç saatte dolarmış? Yahu sen daha dolmamış havuzu neden bir yandan boşaltmaya çalışıyorsun. Tüketim zararlısı mısın? Dolmamış havuz pis olmaz ki.. Neyse çok şükür üniversiteyi kazanınca kurtuldum demiştim ama Yüksek Lisans için yeniden karşıma çıktılar, hadi onu da hallettik dedim bu sefer de çalıştığım kuruma girerken sordular. Tamam dedim buraya kadarmış. Artık okumam etmem, işe de girdim, kurtuldum havuz problemlerinden.
Haklı da çıktım. Gerçekten de son 4 yıldır hiç havuz problemi çözmem gerekmedi. Artık trafik problemleri çözüyorum. A noktası ile B noktası arası 12 km’dir. Sabah 08.15’de A noktasından yola çıkıp saat 10.00 olduğunda hala B noktasına ulaşamamışken ertesi gün sabah 07.30’da A noktasından çıkıp 08.00’de B noktasına varılabiliyorsa trafiğe dakikada kaç araç çıkmaktadır? Daha da önemlisi bu trafik problemini kim, ne zaman ve nasıl çözecektir? Şık filan yok. Yazılı sınav sorusu bu ve gidiş yolundan da puan veriyorum. Buyurun çözün, yanıtlarınızı bekliyorum ;)





21 Eylül 2013 Cumartesi

Yaşamak İçin Doğru Şehir İstanbul Diyenleri Göreyim

Şaka gibi!! Sabah 9.30'da İstanbul Üniversitesi'nde olan sınav için 8.15'de gayet de yetişebileceğimiz bir yerden 4 kişi arabayla yola çıktık. Tahminlerimize göre en geç 9'da sınav yerinde olup, 9.30'da da sınava girecektik. Sonra İstanbul yaptı yine yapacağını. Öyle bir trafik vardı ki Aksaray'dan itibaren!! Arkadaş herkes Cumartesi sabahın köründe Aksaray-Beyazıt tarafına mı gidiyor bu şehirde? İnsanların derdi ne yahu? Saat 9.15 gibi diğer iki kızı tramvay olduğunu sandığımız ama aslında metro olan bir yerde kurtarın kendinizi diye indirdik. Koşarak gitmişler ama 10 dakika rötarla da olsa yetişmişler çok şükür sınava.
Biz mi? Biz karı-koca 10'a kadar hala ulaşmaya çalışıyorduk sınav yerine. 10'da pes ettik nasılsa almazlar artık bizi diye. Yani pes etmesek daha ne kadar sürerdi inanın bilmiyorum!!
Twitterdan bildiğiniz küfür ettim. Küfür etmeyen ben bile o trafiğe küfür ettim!
1 aylık emeğimiz gitti ya!
Bugün 3 ders vardı. Birine çalışmıştık ama diğer ikisini de en azından destekli sallamaya çalışacaktık. Birini bile geçsek iyiydi ama biz hepsinden kalmış olduk :( şimdi Aralık ayı için paşa paşa 3 derse çalışacağız :(
Yarın mı? Ben aslında bugünden gidip çadır kuralım diye düşündüm ama fikrim pek rağbet görmedi. Sabah 7.30'da yola çıkmaya karar verdik.
Yetişiriz di mi??
Çok sinirliyim, çok üzgünüm, çok mutsuzum, emeklerime acıyorum, başım çok ağrıyor...
7.30 geç mi acaba??? Bak yetişiriz di mi???

20 Eylül 2013 Cuma

Yumurtanın Dayandığı Kapı




Ne yazı yazabiliyorum ne de pek okuyabiliyorum. Elbette her gün uğrayıp bloglarınıza göz atıyorum ama şöyle dolu dolu okumayalı epey zaman geçti. Hatta izlediğim tek Türk dizisi olan ve kaçırmamaya özel ihtimam gösterdiğim Hürrem’i bile izlemedim bu hafta. (Bu sene pek de hevesli değilim gerçi Vahide Gördüm’ü severim ama Hürrem rolüne uyum sağlayacağını düşünmüyorum ama yine de izleyeceğim.) Evi de dağıttım valla. Geçen hafta çok şükür temizlik yapıldı ama ben üstüne elime bez almadım yani. Ortalığı bile toparlamıyorum. İşten eve-evden işe maratonundayım ama ev işi asla yapılacaklar listemin üst sıralarında değil bu aralar. Yemekler bile yalap-şap. Hop yedik, hop kaldırdık tarzı beslenme sistemi kurdum :)
Yok yahu bunalımda filan değilim. Hani burada ve şurada ve hatta az biraz da orada bahsettiğim sınavım vardı ya işte o bu haftasonu. Yani yumurta kapıya dayandı diyeceğim ama yumurta kırıldı bile bence.. Neyse vakit yok pek. Hızlıca özetliyorum durumumu. 3 derse çalışayım da Aralık’ta tek dersten girerim rahat ederim diyordum ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Ancak 2 derse çalışabildim. Buna da şükür :) Diğer iki dersin sorularını da atıcam bakalım belki tutar değil mi :) Hem cumartesi hem de Pazar sabahına yayılmış durumda dersler. İki gün de erkenden yollara düşeceğiz anlayacağınız. Hep tekil konuştum ama aslında eşim de giriyor sınavlara. Beraber hazırlandık zaten. Ben bir derste o diğer derste daha iyiyiz. İkimiz ancak bir adam ediyoruz anlayacağınız ama maalesef bu işte 2 adamlık sonuç almak lazım :)
Bize şans dileyin, dualarınızı eksik etmeyin. Bir an önce Pazar öğleden sonra olsun, şu stres bir bitsin de ben de bloğuma ve sizlere kavuşayım inşallah…
Tez zamanda görüşmek dileğiyle :)

13 Eylül 2013 Cuma

Body Shop İndirimi

Bugün bizim işyerinin çarşısında (evet bizim minimal bir avm'miz var ki bunu söyleyerek de bilenlere nerede çalıştığımı da ilan etmiş oluyorum sanırım. Hayır amaç özellikle saklamak değil aslında da şimdi çalıştığım yerden bilinirse ben yeri geldiğinde nasıl sizinle işyeri dedikodusu yaparım öyle değil mi. Yoksa ne ismimi ne de işyerimi saklamak gibi özel bir çabam yok) Body Shop stand açmış ve güzel bir de indirim yapmıştı. Biz plaza kadınları da bütün gün standı talan etmekle meşgul olduk. Aman alacaklarım bitmesin diye saat 10.30'da hemen molaya çıkıp doldurdum torbamı hem de yaklaşık %35 indirimle :) Eh bu mutluluğumu ve aldıklarımı da sıcağı sıcağına sizinle paylaşmadan olmazdı değil mi :)


Bakalım torbamızdan neler çıkacak...



İşte toplu fotoğrafımız :)


Duş jeli ve body butter huzurlarınızda...


Body Shop'ın body butterlarını bir kaç yıldır kullanıyorum. Aralarında en çok çikolatalı ve shea yağlı olanı seviyorum. Evde çikolatalı olandan vardı o nedenle shea yağlıyı aldım bu defa.
Çok az bir miktar kullansanız bile çok iyi nemlendiriyor ve kokusu da oldukça kalıcı.


Bu da sheanın duş jeli. Hem duş jelini hem de butterı kullanınca koku daha kalıcı oluyor tabii.


Daha önce dudak parlatıcısını hiç denememiştim ama bunun rengi çok hoşuma gitti.



 Aslında eyeliner konusunda çok sorunluyum ben. Gözlerim pek hassas değildir. Far-kalem-rimel her şeyi sürebilirim ama nedense eyeliner sürünce hemen sulanmaya başlarlar. Bir de Body Shop'ın eyeliner'ını deneyelim bakalım. Sonuç yine hüsran olursa bu da öncekiler gibi biricik arkadaşıma gidecek demektir. Kızcağız son 2 yıldır hiç eyeliner almıyor olabilir sayemde. Ben ne alır da kullanamazsam ona mahkum :)



Bu da tırnaklar için bir ürünmüş. İçinde tırnak etini yumuşatan bir yağ varmış onu tırnak ve tırnak diplerine sürüp biraz bekleyip sonra da ürünün ucundaki kısımla etleri ittirerek manikürlü bir görünüm yaratabiliyormuşuz. Maniküre gitmeye zamanım olmadığında işe yarayabilir. Hatta eğer gerçekten manikürlü bir görünüm yaratıyorsa belki de maniküre gitmeye gerek kalmayabilir :)
Bir manikür fiyatına en az 10 maniküre kim hayır der ki :)



 Bu sabun da havluların ya da çamaşırların arasına girsin de güzel koksunlar diye alındı :)



Son olarak da kendime bunca şey alınca eşime elim boş gitmek içime sinmedi ve öğleden sonra da ona bu after-shave ile yüz kremini aldım. Traştan sonra tahriş olmasın, yanakları hep yumuşacık olsun diye :)


Veee gördüğünz gibi benim 150 TL tutması gereken ürünlerim 102 TL, eşimin 65 TL tutması gereken ürünleri ise 45 TL tuttu. Bence gayet karlı bir alışveriş oldu.

Tabi Body Shop da sağlam bir ciro yaptı sanırım. Bir dükkan dolusu eşya vardı sabah. Akşam çıkarken baktığımda ise bir çok ürünün tükenmiş olduğunu ve ellerinde çok az şey kaldığını fark ettim.

Neyse ben kendi adıma mutluyum. Seviyorum böyle şeyler almayı ne yapayım :)

Aralarında kullandığınız ürün varsa deneyimlerinizi paylaşır mısınız? Merak ettiklerinizi de sorun kullandıktan sonra yorum yapayım. Bilgilendirme candır :)

7 Eylül 2013 Cumartesi

Burgazada Sahil Temizliğindeydik

Bugün çok değişik bir etkinliğe katıldık eşimle. Wells Fargo Bankası'nın Türkiye temsilciliği, Turmepa işbirliği ile Burgazada'da bir sosyal sorumluluk projesine girişmiş ve adadaki bir sahilin temizlenmesi için kolları sıvamış. Aynı zamanda burada iş yaptıkları diğer bankalardaki muhabirlerine de haber salmışlar katılmak ister misiniz diye? Eşim de bu kişilerden birisi ve biz bugün bu sosyal sorumluluk projesinde yer aldık.

Akşam yatarken ben saatimi kurmayı unuttuğum ve eşim de çıkma saatimize 15 dakika kalaya kurduğundan sabah biraz gergindim. Nitekim oradaki insanların bir kısmı eşimin iş ilişkisi olan insanlar, bir kısmı da diğer Türk bankalarının çalışanları. İnsan hem işyerini hem de eşini iyi temsil etmek istiyor. Sabah güya erken kalkıp biraz saçımı-başımı yaparım diyordum. Spor giyinmek şık olmaya engel değil ki. Ama kısmet değilmiş biz yetiştiğimize şükrederek gittik Kabataş Vapur İskelesi'ne.

Ben bunca yıldır İstanbul'da yaşamama rağmen Büyükada dışındaki adaları görmediğimden pek heyecanlıydım Burgazada'ya gideceğimiz için.

Nitekim doluştuk vapura ve çıktık yola.


İstanbul'dan uzaklaşmayı izlemek insana ne de iyi geliyor. Sadece bir kaç saat sonra geri döneceğinizi bilseniz bile.




Martılar poz verince çok güneşli olsa ve ben hiçbir şey göremesem bile fotoğraf denemesi yapmam şarttı :)


Yolumuzun üstündeki Kınalıada. Denizi enfes gözüküyordu. Bu sene artık geçti ama seneye buraya denize girmek için gelmeye kesin kararlıyım. Normalde Marmara'da denize girmeyi reddediyorum ama sanırım burası benim inadımı kıracak.


Burgazada'ya gelince Belediye'nin bizim için ayarlamış olduğu şu şirin araçlarla temizleyeceğimiz koya geçtik.


Temizliğe başlamadan önce Turmepa ekibi bize iletişim kurma ve takım çalışması ile ilgili iki farklı oyun oynattı. Bu tür takım oyunlarını seviyorum, hem keyifli oluyorlar hem de gerçekten ortak çalışma yapmanın zorluklarını ve bu zorluklarla başa çıkmayı, karşındaki insanı dinlemeyi ve kendini daha doğru ifade etmeyi öğreniyorsun.


Sonrasında 4'erli 6 gruba ayrıldık ve 45 dakika boyunca cam-metal-plastik ve kağıt çöplerini farklı poşetlerin içerisine ayrıştırarak sahil ve çevresini temizlemeye başladık.


İşte bizim ekibimizin topladığı çöpler. İnanır mısınız vantilatör bile vardı hatta vantilatörün ayağı poşete sığmadığı için gayet aşağıda kendisini görebilirsiniz.


Sonrasında topladığımız çöpler tartıldı ve 1. grup belirlendi. Bütün ekipler toplamda 56 kilogram çöp toplamışız. Küçücük bir sahil ve çevresinden bu kadar zararlı atık çıktığına inanmak çok güç geliyor insana. Üstelik Turmepa'nın bize yaptığı sunumda o atıkların ne kadar uzun sürede yok olduğunu ve deniz canlılarına ne kadar büyük zararlar verebildiğini görünce insanın içi acıyor.

Mesela 1 plastik şişenin denizde 450 yılda, 1 teneke kutunun denizde yaklaşık 100 yılda, 1 cam şişenin ise yine denizde tam 1 milyon yılda yok olduğunu biliyor muydunuz?

Peki ya 1 ton cam atığın geri dönüşümü ile 100 litre petrol tasarrufu yapabileceğimizi ya da 1 ton plastik atığın geri dönüşümü ile 14000 kW/sa enerjiden tasarruf edebileceğimizi ve 1 teneke kutunun geri dönüşümü ile de 100 wattlık bir ampulü 20 saat kullanabileceğimizi?

Çevreye çöp atmayacak kadar bilinçli olmak da yeterli değil. Bu atıkların ayrıştırılarak ilgili geri dönüşüm kutularına atılması gerekiyor aslında. Evet bugüne kadar ben de yapmıyordum ama ufacık bir sahilden çıkanları görünce evden aslında neler neler çıktığını düşünüp bundan sonra en azından cam ve plastikleri ayrı poşetler halinde biriktirip geri dönüşüme katkıda bulunmaya karar verdim. 1 insanın bilinçlenmesi bile belki de yüzlerce canlıyı kurtarabilir öyle değil mi?

Efendim, biz Kahrolsun Bağzı Şeyler grubu olarak 2. olduk ve en yakın rakibimize 10 kilo fark attık. Ancak ne yazık ki bizden sadece 2 kilo fazla atık toplayarak Sessiz Çığlık grubu 1. oldu :) Kendilerini bir kez de buradan tebrik ediyorum :)

Temizlik bittiğinde saat de 12'yi geçiyordu ve iyice sıcak basmıştı. Turmepa'nın bizim için hazırlattığı ve içinde yok yok olan kumanya kutularımızı alıp içlerinden sadece sularımızı tüketerek Wells Fargo'nun bizim için ayarlamış olduğu, sahildeki Fincan Lokantası'na gittik. Hiç deniz börülcesi yememiş olan bendeniz hayatımda ilk kez bu değişik görünümlü sebzenin tadına baktım ve gayet de beğendim :) Onun dışındaki mezeler ve ara sıcaklar da gayet lezzetliydi. Biz balık kısmına kalamadık çünkü akşam eşimin bir arkadaşının doğum günü olduğundan eve gelip biraz dinlenmek ve hazırlanmak gerekiyordu. Saat 14.25 vapuru ile Kabataş'a dönüp, birkaç işimizi de hallettikten sonra eve ancak 5'te geldik ve ben çok yorgun olduğumu fark edip eşimi sattım  :) Şimdi o yorgun argın arkadaşının doğumgününde ben de burada cici macbookumla sizlere hiç soğutmadan bu yazıyı yazıyorum.

Ha bu arada ders çalışmak ne oldu derseniz, bugün yalan oldu. Yarın sabah da kahvaltıya kayınvalideme gideceğiz, sonrasında İstinye Park'tan eşimin takım elbiselerini teslim alacağız ve kısmetse öğleden sonra derse başlayıp gece yarısına kadar muhasebeyi bitireceğiz..

Diyorum ki şu haftayı 10 gün yapsak. Ama hafta içi gün sayısı yine 5 kalsa. Hayır çalışma gününü azaltmıyorum ki bence yetkililerin karşı çıkabileceği birşey yok yani di mi?

Ne yapayım arkadaşlar, ye-ti-şe-mi-yo-rum :) Siz yetişebiliyor musunuz bu hayata???



Not: Bu cici köpekçik de bize hoş bir gösteri yaptı. Sahibi topu denize fırlatıyordu, o da iskeleden denize atlayıp topu yakalayıp yüzerek denizden çıkıp topu geri atması için sahibine getiriyordu.
Ne kadar da akıllılar değil mi? Onlara zarar vermeye hiç ama hiç hakkımız yok :(

Turmepa ve Wells Fargo'ya buradan bir kez daha teşekkür ederim... Yine yapın yine geleceğimmm :)

Dr. Google Bey

Belki bu yazıyı okuyunca neden bu kadar özelini paylaşıyorsun diyeceksiniz. Ben de çok düşündüm yazıp yazmamayı ama sonra dedim ki utanacak sıkılacak neyim var yani. Hem benim amacım bilgilendirmek, ben yaptım siz yapmayın demek. Beğenmeyen okumaz elbette arkadaş J
Bundan 1 ay önceydi eşimle ilişki sonrası tuvalete gittiğimde tuvalet kağıdına bulaşan eser miktarda kan gördüm ama reglim yakındı başlayacak herhalde diye hiç dikkate almadım sonra da unuttum gitti. Üstelik regli filan da olmadım. Sonra biz tatile çıktık ve ben reglim denize girmeme engel olmasın diye hayatımda ilk defa geciktirici kullandım. Denizime rahat rahat girdim, güneşlendim, ağrı-sancı olmadan gezdim ve mutlu mesut bir tatil yapıp geri döndüm. Döndükten sonra reglimi de oldum bitti. Buraya kadar her şey güzel. Sonra ilişki sonrası kan gelmesi durumu tekrar edince bir anda ben öncekini de anımsadım ve ne oluyoruz yahu diye meraklanmaya başladım. İş bu ya bu ikinci defada ilişki sonrası biraz yanmam ve can acım da olmuştu. Dedim dur ben şuna bi Google’dan bakayım neden olurmuş acaba diye. Demez olaydım, siz siz olun demeyin. İnternete de Google’a da canım feda, olmazsa olmazlarım ama öyle bir bilgi kirliliği var ki internette , Google’a parmağım ağrıyor deseniz size parmak kanseri olmuşsun sen 3 aylık ömrün kalmış der.
Nitekim bana da sen rahim ağzı kanseri olmuşsun hem de erken dönem belirtisi filan değil bunlar gayet de mezarını hazırlasan iyi olur tarzında şeyler anlattı sevgili Google. Hayır, zaten insan psikolojisi dediğin şey kendini dinleyip olmayan şeyleri var etmeye hazırdır her daim. Ben de okudukça aaa demek benim belim de bundan ağrıyor (yahu ben kendimi bildim bileli arada sırada belim ağrır), bak geçen gün sağ bacağım da ağrıyordu hay Allah gördün mü sen işi (3 saat alışveriş merkezinde fink attıktan sonra sadece sağ bacağımın ağrıdığına şükretmem lazım), ay ben çok zayıfım bak bu da belirtiymiş (e be kızım senin vücut tipin bu, hep zayıftın sen ve ayrıca bayramda aldığın 3 kiloyu da 3 haftadır hala veremedin), bak bak demek ilişki sonrasındaki yanma da bundanmış ve benzeri yorumlar yapıp kanser olduğuma kanaat getirdim.
Sağlık konusunda da çok hassasımdır. Her sene smear testimi yaptırır, rutin kontrollerime mutlaka giderim. Ocak ayında yapılan smear testinde de hiçbir sorun çıkmamıştı çok şükür. Ama tabi ki bu işler ciddi işler, elbette bir sorunla karşılaşırsanız mutlaka doktorunuza danışın. Ama doktorunuza danışın işte benim gibi Google’a değil.
Ben de geçen Cumartesi tuttum doktorumun yolunu, bir panik anlattım derdimi ama internetten baktığım kısmını hiç karıştırmıyorum. Biliyorum kızar bana muayeneni de Google yapsaydı keşke diye. Normal muayenede gözüken herhangi bir sorun yoktu. Bir kitlenin polip olup olmadığından emin olamadı gerçi ama ona da reglinden sonra gel bir daha bakarız dedi. Asıl hücre değişimi var mı diye smear testi yaptı ve sonucu için de Cuma günü çıkar dedi. Ben tabi bu hafta hala panik, eşimi de delirttim. Bir diyorum ki yapmayalım varsa bir şey sen de taşıyıcı olursun, ben ölürsem ve sen bir daha evlenirsen öbür kadına da bulaşır, gerçi ben ölürsem evlenme filan diye saçma sapan şeyler söylüyorum. Bir diyorum ki dur bi yapalım da bakalım yine kanayacak mı acaba diye bu işi de çocuk oyuncağına çevirip, tıbbi deney haline soktum J Hayır işin garibi ben doktora gittikten sonra bu kanama işi de duruverdi. Neyse efendim sonuçta geldik bugüne. Ben sabahtan hemen yana yakıla doktorumu aradım sordum, çok şükür sonuçlar temiz, her zamanki gibi turp gibiyim maşallah J Kanamanın kaynağı ile ilgili ise polip olup olmadığına yeniden bakacakmışız ama muhtemelen öyle bir şey de yokmuş. Büyük ihtimalle geciktirici kullandığım için kanamam biraz uzun sürmüş, ben bitti sandıktan sonra da damla damla da olsa gelmiş olabilirmiş…
Velhasıl kelam sanırım sonuç tek cümle olacak. Siz siz olun herhangi bir sağlık problemi ile karşılaştığınızda Google’a değil de doktorunuza danışın J
Sağlıklı günler dilerim…

5 Eylül 2013 Perşembe

Hediyemi Toptan Aldım

Eşim Amerika’ya gitme kararı aldığımız gün oradan Macbook almaya  karar verdi. O denli ciddiydi ki daha nerede kalacağımızı bırakın, vizenin çıkıp çıkmayacağı bile belli değilken o parasını biriktirmeye başlamış ve alacağı modeli seçmişti bile. En büyük korkumdu o bilgisayarı alamaması. Kâbuslarıma giriyordu. Parasını başka şeye harcadığı için bilgisayarı alamamış veya bütün Amerika’da aradığı model bir anda tükenmiş, ya da öyle bir artmış ki fiyatı paramız yetmiyormuş filan. Çünkü eşim biraz çocuk ruhludur. O çikolatayı istediğinde almazsan bütün gün yüzü düşebilir ve evet bu örnek çikolata için de geçerlidir. O yüzden ya bilgisayarı alamaz da bütün tatil suratı düşer de o gezi burnumdan gelir diye çok korkuyordum. Neyse ki gider gitmez ilk işlerden biri olarak bilgisayarı aldık da ikimizin de sıkıntıları sona erdi. Bense bu rahatlamanın üzerine ayakkabı ve çanta almakla o kadar meşguldüm ki aklıma kendime almak hiç de gelmemişti ve hatta paramı ayakkabıya yatırmak çok daha akıllıca geliyordu. Ne yani macbook mu ayakkabı mı daha önemliydi??!
Velhasıl biz kocacığımın macbook’u ve benim ayakkabılarımla geri döndükten bir süre sonra gözüm adamın bilgisayarına takılmaya başladı. Ver bakiim azıcıkla başlayan sataşmalarım, hadi sen spora git de ben de o arada senin bilgisayarını kullanayıma kadar gitti. Ve en sonunda bombayı da patlattım; ben de macbook istiyorum :)
Eşim o anda tamam ben alıcam sana dediğinde hiç de ciddiye almamıştım. Hatta beni Troy ve Pupa mağazalarında gezdirip, istediğim modeli sorarken de sallamadım. En sonunda bana yeni nesille eski nesil arasındaki teknik farkları anlatırken hala yok canım almaz diyordum.
Ama aldı.. Geçen Pazartesi günü beraber Kanyon’daki Troy’a gittik ve %12 öğrenci indiriminden de yararlanarak bana 13 inç macbook air aldık. Adamcağız bana böyle pahalı bir hediye alınca ben de ona bir güzellik yapayım da sırasıyla yaklaşan doğum günüm, yılbaşı, sevgililer günü ve hatta Mart’taki evlilik yıldönümü hediyelerinden kurtarayım dedim ve bunu toplu hediye olarak kabul ettim. (Mart’a kadar fikrim değişebilir tabii ;) )
Şimdi cici bilgisayarımla aşk içindeyiz. Şu ders çalışmalar bir bitse de daha çok vakit geçirebilsem macimle, size onunla güzel postlar hazırlasam, yazılarınızı onunla takip etsem ve oradan yorumlar yazsam, fotoğraflarımı yükleyip neler yapabilmiş/yapamamışım bir göz atsam istiyorum ama şu sayılı gün olayı sadece tatillerde çabuk geçiyor. Ders çalışırken bakıyorum da günler hala yerinde sayıyor… aslında ben de hala muhasebede yerimde sayıyorum, en iyisi gidip çalışmak.. pifffff

Ha bu arada bu adam beni seviyor galiba, siz ne dersiniz? ;)

Sevgiyle kalın…

2 Eylül 2013 Pazartesi

Ne Okuyorum

Çocukluğumda çok okurdum ama gerçekten çok okurdum. Kitapların bana dayanma süreleri bırakın günleri saatlerle ölçülürdü. Annem hadi uyu artık diye ışığımı söndürünce yatağımın altından el fenerimi çıkartır öyle devam ederdim. Büyüdükçe okumaya olan ilgim ve sevgim hiç değişmedi ama elbette hayatın getirdiği zaman kısıtlamalarına takıldı. En son hangi kitabı aldığım gün bitirdim diye düşünüyorum da üniversiteden sonra bunu hiç yapamadım sanırım. Yine de hala elimde okunacak birkaç kitap bulunur her zaman. Azaldığı zaman panik yapar hemen gidip birkaç tane daha alırım mesela. Kitapları toplu almak bende daha büyük bir mutluluk yaratıyor. Eve gelip onları başucumdaki komodine üst üste dizmek ve zamanla o minik kulenin erimesini izlemek çok hoşuma gidiyor. Okunan kitaplar evimizin kütüphanesindeki yerlerini alıp koleksiyonumuzun değerli birer parçası oluyorlar. Evet, bizim koleksiyonumuz çünkü eşim de kitap okumayı çok sever. Evlenince benim zaten çok dolu olan kütüphanem bir de eşimin kitaplarını ağırlamaya kalkınca sığamadık maalesef. Yemek odasının konsolunun 2 kapaklı ve 2 katlı kocaman bir gözü bizim kütüphaneye sığmayan kitaplarımızı saklıyor biz güzel bir kütüphane alıncaya kadar. O da ayrı bir konu tabi. Evlendiğimizden beri gönlümüze göre bütün kitaplarımızı alacak bir kütüphane almak istiyor ama bir türlü o işi halledemiyoruz. Gerçi hayalimiz kendi evimizi alınca bir odayı boydan boya kütüphane yapmak ama ona daha var. Biz şimdilik bizi kurtaracak bir tane ile başlasaydık iyiydi :)



Son günlerde başucumdaki minik kitap kulesinin içeriğinden bahsetmek istiyorum bugün. Son bitirdiğim ve kütüphaneye taşınmak üzere olan kitabım Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı. Kitap bir Afgan tarafından İngilizce yazılan ilk kitap olarak geçmekte. Aynı evde büyüyen ama biri zengin bir işadamının, diğeri ise bir hizmetkârın oğlu olan iki çocuğun birbiriyle kesişen kaderini anlatan kitap Afganistan monarşisinin son yılları, Sovyet İşgali ve Taliban yönetimi dönemlerinde geçmektedir. Kitabın kurgusunun iyi ve karakter tanımlamalarının son derece güçlü olduğunu düşünüyorum. Baba-oğul ilişkisi, dostluk, ihanet, fedakarlık, geçmişinle yaşamak, farklı etnik kökenlerin getirdiği ayrıcalık ya da ezilmeler ile sosyal kaygıların insan hayatına etkisini işleyen kitapta, ırkçılık, iç savaş, din, göçmenlik gibi olgular da işlenmiştir. Her sayfasını severek okuduğum kitaplardandır Uçurtma Avcısı ve inanın insanın içine işleyen çok değerli bir eserdir. 


Onun hemen arkasından ise Ece Temelkuran – Düğümlere Üfleyen Kadınlar’a başladım. Kitabı alırken bile nasıl bir bilinçaltıysa “Düğmelere” Üfleyen Kadınlar diye okuyordum başlığını. Ancak daha ilk sayfada Felak Suresi’nden bir ayet geçiyor “Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının.” İşte o noktada dönüp kitabın kapağına bir daha bakıp gerçekle yüzleştim. Okuduğum kitabın adını bilmeyişimle ilgili her türlü dalga geçer yorumlarınıza hazırım :) Bir Türk ve 3 Ortadoğulu kadının bir şekilde kesişen kaderleri anlatıyor. Zaman; Arap Baharı… Henüz okumaya devam ettiğim için ve daha 100. Sayfa dolaylarında olduğum için kurgular çözümlenmiş, hikâye net şeklini almış değil. Çok yormuyor okurken ama bazen biraz fazla felsefeye kaçmış, daha sade de anlatabilirmiş bunu dediğim yerlere denk gelmiyor değilim. Yine de şimdilik merakımı ayakta tutan, aslında sonunu tahmin ettiğim ama yine de gözümle görmek istediğim bir hikâyenin içindeyim. Bitince güncelleme yapar, düşüncelerimi eklerim.


Ve başucumdaki bir diğer kitap Özer Kanburoğlu – A’Dan Z’ye Fotoğraf. Şimdi bu ne alaka diyorsunuz tahminen, açıklayayım efendim. Ben uzunca bir süredir DSLR kamera istiyordum ama eşim de nedense hep daha basit bir şey alalım, bak hevesin geçerse o koca kamerayı taşımak sıkıntı olur, daha basit bir makineyle başla, iyice öğren sonra alalım diye diye beni Amerika’da iken DSLR yerine mirrorless bir kamera almaya ikna etti ve Sony Nex 3n’imiz böylece girdi hayatımıza. Elime tam profesyonel olmasa da nispeten ayarları ile oynayıp, kendi sanatımı yaratabildiğim bir makine geçince ben eşimin deyimiyle oldum sana bir Ara Güler :) Nereye gitsek elimde fotoğraf makinem, çekiyorum da çekiyorum. Tabi ki çektiklerimin 10 tanesinden 1 tanesi bir şeye benziyorsa o da ancak fena değil düzeyinde. Ama fotoğraftan anlayan birkaç arkadaşım kadrajımı beğendi ve ufak tefek hatalarım konusunda da bana yol gösterdiler. Ben de baktım bu işten keyif alıyorum o zaman belki kursa gidecek vaktim yok ama yine de biraz daha teknik detay öğreneyim, kendimi geliştireyim ki eşimden daha iyi bir makine isteyebileyim diye fotoğraf sitelerine üye olmak, bol bol fotoğraf incelemek ve kendi denemelerimi yapmanın haricinde bir de bu kitabı edindim. Almayı planladığım ve D&R mobil uygulamamdaki alınacak kitaplar listemin en tepesinde duran 2 kitap daha var fotoğrafçılıkla ilgili ama başlangıcı Özer Kanburoğlu ile yaptım. Bakalım okumak da denemek gibi fotoğraflarım üzerinde güzel etkiler yaratabilecek mi?

İşte böyle sevgili okur. Bugünlerde elimde bunlar var diyorum ama aslında bu postun başından beri okuduklarınız koca bir yalan. Postun başlığı bile yalan. Ne okuyorum değil Ne Okuyordum olmalıydı başlık çünkü ben 1 haftadır hiç bir şey okumuyorum ve 21 Eylül’e kadar da okuyamayacağım. Neden mi? Cevabı bir sonraki postta olacak.

Okuma sevgisiyle kalın :)

27 Ağustos 2013 Salı

Bayram Sonrası Tatili - Amasra

Güneydoğu gezimizi tamamladıktan sonra uçakla Ankara'ya, Ankara'da birkaç saat babamı ziyaret ettikten sonra da otobüsle Amasra'ya geçtik. Öncelikle ufak bir şikayet dile getirmeliyim ki Ankara-Amasra yolunu da Amasra-İstanbul yolunu da Ulusoy ile gidip geldik ve her iki yolculukta da bindiğimize bineceğimize pişman olduk. Özellikle dönüşte duraklarının haricinde de o kadar çok noktada durdu ki, bir de üstüne trafiğe de takıldığımız için 6 hadi bilemedin 7 saatlik yolu 10 saatte geldik. Diyeceğim şudur ki Ulusoy'un eski hizmet kalitesinin yerine yeller esiyor. Ben söylemiş olayım da sonra gideceğiniz yollar işkenceye dönüşmesin bizimki gibi.

Amasra'da annemlerin yazlığı var. Hem de Amasra'nın en güzel manzaralarından birine sahip Kale içinde.
Zaten fazla birşey anlatmayacağım Amasra ile ilgili. Benim için huzurun adresi orası. Mavi-yeşil-rakı-balık-deniz-kum-güneş-bira-patates ve ANNE demek benim için Amasra.. Daha ne diyeyim ki, buyurun objektifim gördüklerimi anlatsın sizlere :)


Her sabah bu manzaraya uyansa insan yaşlanır mı yine de?



Amasra Salatası çok meşhurdur. Balığın yanına mutlaka söylenecek efendim :) Ama rokalı-sarımsak ve domatesli salatayı da tavsiye ederim..


Balık ya Canlı Balık'ta ya da Mavi-Yeşil Restaurant'ta yenir. Canlı Balık Küçük Liman, Mavi-Yeşil ise Büyük Liman tarafında. En meşhuru Canlı Balık'tır ama Mavi-Yeşil'e uğrarsanız lütfen beni dinleyin ve tereyağında karides yiyin, pişman olmayacaksınız.


Evde midye-şarap keyfi :)

 Bu gündüzü...

 Bu gecesi...


Eskiden sakindi Amasra ama artık hiç de öyle değil. Gündüz plajı annemin deyimiyle Çin Halk Plajı kıvamında, gecesi de gördüğünüz gibi cıvıl cıvıl.
Özellikle Ankara'lılar haftasonu ve kısa tatillerde buraya akıyor, demedi demeyin, siz de eksik kalmayın :)


Küçük Liman tarafında gün batımını..


Bu da tekne geçerken..


Bıktınız ama bu da kuş geçerken :)


Amasra'nın meşhur evlerinden birisi..


Baksanıza ne şirin olmuş..



Siz siz olun Amasra'ya gideceğiniz zaman önce bana bir sorun. Ben size nerede kalınır, nerede ne yenir, hangi saatte nerede bulunmalı, denize nereden girmeli gibi tüyoları veririm. 
Ne yazık ki Fatih Sultan Mehmet'in Çeşm-i Cihan sözüyle "dünyadaki cennet" olarak tasfir ettiği Amasra'ya termik santral yapılacak. Her güzelliği bozmak adetimiz malesef :( 
Siz siz olun termik santral yapılmadan önce Karadeniz'in bu incisini mutlaka görün...