2 Ekim 2013 Çarşamba

Günler Torbaya Girer mi?

Üniversite yıllarımda 3 sene Tango ve Latin Dansları Kulübü Yönetim Kurulu’nda görev aldım. Onu da orada tanıdım. Kulübün üyelerinden biriydi ve Tango dersi alıyordu. İlk günden çok da yakın değildik. Her hafta derslere gelir giderdi. Cuma akşamları yapılan milongaları da kaçırmazdı. Hayat bir şekilde tesadüfleri ile bizi yakınlaştırmaya başladı. Önceleri başka insanlar nedeniyle bir araya geliyorduk. Hatta ilk yakınlaşmamız da bir başkası şehir dışına giderken onu yalnız bırakma ben yokken dediği için olmuştu. Zamanla başkaları için değil BİZİM için bir araya gelmeye başladık. Birbirimizin derinliğini ve o derinliklerin içindeki aynılıklarımızı bulmaya başladık. Kimi zaman çok saçma şeylerimiz benziyordu birbirimize. Mesela kalem tutuşlarımız (ikimiz de herkesin tuttuğu gibi değil de başka bir şekilde tutuyordu kalemi ve ikimizle de bu konuda dalga geçilmişliği vardı), mesela ayaklarımızın bırakın aynı numara olmasını kağıt üzerine çizildiğinde gözüken kıvrım yerlerine kadar birebir tutması. İnsanlara saçma gözüken bu içsel ve dışsal benzerlikler git gide daha fazla bağladı bizi birbirimize. Pilotaj okuyordu, sınıfında da bölümünde de pek kız yoktu doğal olarak. Olanlarla da pek anlaşamazdı. Erkek arkadaşları ile arası daha iyiydi. Sonradan annesine “Ben sonunda kız arkadaşımı, dostumu buldum” dediğini öğrendim. Kimselerle paylaşamadıklarımızı paylaşabildik birbirimizle. En çok Antik Beyaz şarap alıp bütün şişeyi devirmeyi severdik, yanında birer dilim bonfile ve bol salata ile tüm akşam dur durak bilmeden konuşurduk. Öyle her yerde kalamazdı ama benimle aynı yatakta bile uyurdu. Çok naif, çok kibar, çok iyi, bu dünya için çok fazlaydı…
Hayaller kurardık. İstanbul’a taşınıp işe başladığımızda yakın oturacaktık ki boş zamanlarımızda rahat rahat görüşelim. Gideceğimiz yerleri konuşurduk. Ne hayallerimiz vardı ne hayallerimiz. Asla ama asla kopmayacaktık biz artık birbirimizden. O diğerleri gidebilirdi birimizin ya da belki ikimizin birden hayatından ama biz birbirimizi hiç bırakmayacaktık. Koşulsuz güvenirdim. Koşulsuz severdim.
Çok rüya görürdü. Hepsi de birbirinden saçmaydı :) Ama anlatmaya bayılırdı. Gecenin bir yarısı bile olsa unutmamak için telefon edip anlatabilirdi, kızmazdım… Bir gün, bir askılığın önünde fotoğrafının çekildiğini gördü rüyasında. Fotoğrafa baktığında meğer o askı değil de Azrail’miş. Hemen aradı beni. İnternetten baktık anlamına. Azrail görmek öleceğine delaletmiş. Saçmalama dedim. Hem rüyanda fotoğraf da çektiriyorsun hadi onun da anlamına bakalım. Garip ki o da aynı şeye işaret ediyordu, Öleceğine…
İnanma boş ver canın sıkkın bugünlerde dedim. THY arasın seni bak o zaman çiçekler böcekler görmeye başlarsın rüyalarında. Rüyayı unutacağı kadar zaman geçti aradan, 3 ay zaman…
İstanbul’a geldi. Teyzesini, bizleri görmeye. Buluştuk. Hadi dedim bana gel. Akşam bir Antik Beyaz alırız. Gelmez normalde. Teyzemde kalacağım dediyse, o gün teyzesinde kalacaktır. Hiç beklemiyordum ama tamam dedi, geldi… Oturduk içtik, baktım saat geç oldu. Ertesi gün işe gidecektim. Hadi dedim yatalım. Uyuma dedi bana, konuşalım. Biraz daha oturdum ama sonra ertesi gün olan toplantımı hatırlayıp hadi yatalım, “günler torbaya mı girdi”, başka zaman sabahlarız merak etme dedim. Uyuduk…
Ertesi gün işyerime de uğradı. İşlerim bitmişti zaten biraz muhabbet ettik sonra kahve içmek istedi. Bayılırdı fal bakılmasına. Kendi yorumlayamayınca fotoğrafını çekip yollardı bak bakayım ne görüyorsun diye. Kapattı falını, soğudu o fal. Hadi gidelim dedim ama o illa da falım dedi. O falda neler vardı hatırlamıyorum ama bir kaza ve bir ölüm vardı hiç unutmadığım. Söylemedim etkilenir diye. Hayatımda baktığım son fal olduğunu bilmiyordum henüz. Sonra o teyzesine ben de eve döndüm.
İstanbul’daki tüm akrabalarını, arkadaşlarını ziyaret etti ve Eskişehir’e gitti. Evini kapatacaktı artık. Gittiği gün oradaki arkadaşlarını gördü, hasret giderdi. O akşam aradı THY. Gelin imzanızı atın, işe başlayın dedi. Mutluluktan uçuyordu beni aradığında. Hemen toparlandı ve ertesi gün yola çıktılar abisiyle. Bana gelin dedim. Buradan daha yakın THY, rahat gidersiniz. Bu akşamlık teyzeme gidelim yarın imzadan sonra kutlama için sendeyiz dedi. Neden bilmem bir daha dedim hiç de ısrar etmemin faydası olmadığını bilmeme rağmen. Hadi ama yapma işte, bana gel.. Düşündü, ama yok bugünlük teyzemde olalım dedi. Peki dedim…
Akşam varmaları gereken saat oldu, haber gelmedi. Geciktiler dedim, bekledim. 1 saat sonra dayanamadım, aradım. Açmadı… Meraklandım. Hiç unutmam kıymalı makarna pişiriyordum. Yanımdakinin (eski sevgilim işte, o tanıştırmıştı bizi, o demişti bana ben yokken onu yalnız bırakma diye. Adını geçirmeyim dedim de bu hikâyede ondan kurtuluş yok ne yapayım ) telefonu çaldı. İçeride konuştu, geldi. Otur istersen dedi. Ellerim titremeye başlamıştı, kendime hakim olamıyordum. Duymadan biliyordum kötü bir şey söyleyeceğini. Kaza yapmışlar ama iyilermiş dedi. Abisiyle konuşmuştu. Benim canım arkadaşım hastaneye kendi kendine gidip bir şey var mı diye baktırıyordu, abisi de arabanın başındaydı. İstanbul içindeydiler ama karşıdalardı bizse Beylikdüzü’nde. Gidicem dedim. İyiymiş, gitmeye gerek yok dedi. Hayır dedim, ya görürüm ya da sesini duyarım. Başka türlü beni evde tutamazsın. Yemeği öylece bıraktık ve çıktık. Araba filan yok o zamanlar. Otobüsle karşıya geçmeye çalışıyoruz. Ocak ayındayız, hava buz gibi, dışarısı zifiri karanlık ama olsun tek istediğim onun iyi olduğunu görmek. Nasıl gideceğimiz nasıl döneceğimiz önemsiz o anda. Aramıyor bir türlü, telefonuma cevap da vermiyor. İyiyse neden konuşmuyor benimle? Biz Taksim’e varıp otobüs değiştirdiğimizde haber geldi, yoğum bakımdaymış. Yanımdaki de paniklemeye başladı. Sessizlik içinde vardık Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne.
Köprüden önce son çıkış tabelasını görünce yanlış gittiklerini anlamışlar. Sağa EMNİYET ŞERİDİNE çekip teyzelerini aramak istemişler. Kemerleri takılı, dörtlüleri yanıyor. İşte o anda, bir araba, içinde çoluğu çocuğu olmasına rağmen EMNİYET ŞERİDİNDEN SAATTE 100 KM HIZLA çarpıyor bizimkilere. Bu kişi hakkında hiç konuşmak istemiyorum. Allah’ından bulsun. Yüzüne tükürsem tükürüğüme acırım. Bizimkiler iyiler aslında. Çıkıyorlar arabadan, polis filan çağrılıyor. O ara benim canım, abisine biraz uyuşmam var sanki diyor. Ama görünürde hiçbir şey yok. Biraz da pimpirikli ya bizimkisi abisi hadi atla bir taksiye hastaneye git baktır kendine diyor. Abi mecburen arabanın başında. Bizimki gidiyor hastaneye. Çok uzun o aralar. Hastanede ifade veriyor polise, o ara bir baygınlık geçiriyor, entube ediliyor, tomografiye giriyor, kalbi duruyor, entube ediliyor, beyin kanaması tespit ediliyor, Haydarpaşa’ya sevk ediliyor, yoğun bakıma alınıyor. Birkaç arkadaşımız yoğun bakıma girerken görmüşler, biz yetişemedik, göremedik. Beyin ameliyatına alınması gerekiyordu ama kalbi problem çıkartıyordu, ayıramıyorlardı yaşam destek ünitesinden. (daha önceden kalp ameliyatı geçirmişti ama iyileşmişti) Yoğun bakımda eski usul yöntemlerle beyindeki kanı boşaltıp baskıyı hafifletmeye çalıştılar ilk gece. 5 gün 5 gece bekledim o yoğun bakımın önünde. İşten izin aldım. Arada sırada eve gidip duş alıp-üstümü değiştiriyor geri geliyordum. Hiç göremedik. Doktorlara soruyorduk sadece. Kar yağıyordu, kantinde çay-sigara içiyor, geri yoğun bakımın merdivenlerine dönüyorduk. Benim telefonum vardı yoğun bakımda. Bir şey lazımsa ya da bilgi verilecekse beni arıyorlardı geceleri. Defalarca kalbi durdu, geri çalıştı. Bir defasında 28 dakika durdu ailesini arayın dediler. Yoğun bakımın önünde çekmiyordu telefon yukarıya çıktım aileden birine haber vermeye tam çeviriyordum ki bir arkadaşım koştu geldi. Dur-geri geldi diye. Tamam dedim atlatacak, her şey düzelecek. Sürekli dua ediyordum. Bir gün doktor gelip yanıma oturdu. Ne diye dua ediyorsun dedi. İyileşsin diye dedim, ne için olabilirdi ki. Arkadaşın buradan çıksa bile beyninde hasar olmuş olabilir dediler. Bunca kalp durması, oksijensiz kalma, bir daha hiç eskisi gibi olmayabilir dedi. 2 yaşında bir çocuk aklıyla, bildiği her şeyi unutmuş olarak da çıkabilir dedi. Öğretiriz her şeyi yeniden, yeter ki yaşasın, şuradan çıksın diye yanıt verdim. Bu senin isteğin, peki ya o böyle yaşamak ister mi? Dualarınızla yaşatıyorsunuz onu, içerideki en genç hastam, inan bana herkesten çok ben onu oradan çıkartmak istiyorum. Günlerdir ondan sonra gelen 80-90 yaşındaki insanlar çıktı ama o hala orada, adil gözükmediğini biliyorum ama bir de onun açısından bak, doğru dua etmeyi öğren dedi ve gitti. Düşündüm. Ya bir daha uçamazsa, o çok sevdiği uçakları ya bir daha uçuramazsa? Çok düşündüm ve son duamı ettim o gece. Allah’ım sen doğrusunu bilirsin, onun için en hayırlısı neyse onu ver. Yeter ki o mutlu olsun dedim.
Sabah karşı aradılar yine, arkadaşın arabasına doluşmuş ısınmaya çalışıyorduk o ara. Koştum yoğun bakıma, 4 erkeği geride bırakıp koştum. Bir umut işte, koştum… 45 dakika... Tam 45 dakika geri döndürmeye uğraşmışlardı. Ama dönmemişti, gitmişti, EX kabul ettik dediler…
Yoğun bakımdan çıkarıp morga ellerimizle götürdük. Yüzünü açtırdık, tanınmıyordu. İçim parçalandı onu öyle görünce. Çok kötüydü, ona benzemiyordu sedyede yatan… Hâlbuki fiziki hiçbir hasarı yoktu. Ertesi gün cenaze için Marmaris’teydik. Yıkamasına da girdim bütün yapma-etmelere rağmen. Annem kapının dışında beni bekliyordu arkadaşlarımla. Ne kadar yapma dese de dinletemedi, girdim. İyi ki de girmişim. Dünkü kız gitmiş yerine benim canım arkadaşım gelmişti. Evet, soğuktu-beyazdı hatta katıydı ama huzur vardı yüzünde. Hafif bir gülümsemenin eşlik ettiği huzur vardı. O öyle istemişti, neden bilemem ama hayatında en çok istediği şeye kavuşacağı gün gitmeyi tercih etmişti. Evladını kaybeden bir anneyi toplamak vardı şimdi bizim için. İmkânsızdı. 7 sene önce büyük oğlunu şimdi ise kızını kaybetmişti kadın. Elinde bir oğul kalmıştı. Allah ondan 7 sene arayla 2 evlat almıştı. Kim nasıl toplasın Allah aşkına o anneyi. Annem varlığını hissettirmeden yanımda oldu o gün. Acımı paylaşmak için bir defa sarılmadı bana onun yanında. Hatta yaklaşmadı bile. Gözü hep üstümde ama asla yakınımda değildi. Sonra 1 hafta işten izin alıp benimle kaldı İstanbul’da ama o gün, o annenin gözüne anne olduğunu, evladının yanında olduğunu sokmadı.
Sonra defnettik… Acımı anlatamam, yazdığım bu uzun yazı hiç bir şey. Olayların belki 10’da 1’ini yazdım. Hele Turuncu’mla (lakabımız) benim hikayemiz zaten defterlere, kitaplara sığmaz. Birkaç yıla çok şey sığdırdık biz… Gidişini, geçen 5 yıla rağmen (neredeyse 6 olacak) sindiremedim. 24 yaşında pırıl pırıl bir genç kızın ölümünü asla kabullenemedim. Çoktu bu dünyaya biliyorum ama benim için çok önemliydi.
Çok dağınık yazmış olabilirim. Okudunuzsa buraya kadar hem teşekkür ederim hem de özür dilerim. Üzdüm belki sizleri de. Ama ben hayatıma giren herkese anlattım O’nu. Siz eksik kalamazdınız.
Zaman zaman yine yazarım belki Turuncu’mu. Bugün bu kadar…
Çok özledim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder